GEL KARABAŞ GEL!


Karabaşı bilirsiniz değil mi? En yakın dostum, yoldaşım. Çoğunuzun da böyle dostları vardır. Adı Karabaş olmayabilir. İki yüzlü, çıkarcı olmasın ama.

En içten, en sevecen dostumdur benim. Yarım yamalak bildiğim bütün türküleri ona okurum. Yatar, dinler. Sırasında kuyruğunu sallayarak tempo tutar. Sesim de güzel değildir hani. Aklınızda bir kördüğüm biliyorum. Dost her davranışımıza he diyen değildir; bilmez miyim ben bunu.

Bulutlar, yıkanmış kuzu yapağısı. Uzansam tutarım belki. Cızlavetlerin erkenci yağmurun hışmına uğramış. Cızlavetlerim de dostumdur. Senelerdir giyerim. Sülü'nün Ali bir keresinde eskimediklerine kızmış da keskin taşla kesmiş. Babası da anlamış, ceza olsun diye bilmem nice zaman yeni cızlavet almamış ona. Enayi miyim ben? Büyükler bilmez mi hiç. Benim de ayaklarıma küçük geliyorlar; ama babam rahat giyeyim diye arkalarını kesti. Topuğum dışarda kalıyormuş, kalsın! Sizce de yalınayak gezmekten iyidir, değil mi?

Ovada eğri büğrü kızıl bir çizgi. Yapraklarından soyulmuşluklarına başkaldırıyor söğütler. Bahar onlara yapraklarını geri verecek. çobanlar borazan, dilli düdük yapacaklar en güzel dallarından. Sonra gölgeleri suya düşecek. Ya sonra yine sonbahar gelecek, yapraklar dökülecek yine. Sonra aynı yerde yeni bir baharı bekleyecekler. Derenin suları ırmaklara, göllere, denizlere akacak; rüzgârlar dağlardan dağlara esecek.  Ya zaman nereye gidiyor?  Onun da gittiği bir yer olmalı değil mi ya?

Güneş geldi, tepeme çöktü. Hoşlandım. Severim yağmur sonrası çıkıveren güneşi. Yamaçlarda yosunlu kayalar ıslak, ışıl ışıl...Yatıp yuvarlanmak istiyorum çimenlerde. Yerler yaş. Annem kızar sonra. Semin'le yatmıştık ama bir zamanlar. Bir saklambaç oyununda. İzmir'de oturuyorlarmış şimdi. Babası gibi orman mühendisi olacakmış.

Bir ona değer verdiklerini bilirim bizim köylülerin, bir de tekel eksperlerine. Tütünlerini kaliteli göstersinler diye tavukları hep onlara yedirirler. Bir kez amcamlarda görmüştüm. önce sadeyağlı pirinç sofrası koyuyorlardı sofraya; üstüne da karabiber. Ben de pirinç çorbası içtim, bilirim tadını. Kızamık çıkarmıştım. Hep un çorbası getirmişlerdi de içmemiştim. Sülü'nün Ali de içmemiş de annesi pirinç çorbası yapmış ona. Annem de yaptı bana.   Karabibersizdi ama. Karabiber isterim diye tutturdum. Annem yok, dedi. Evde vardı, biliyorum, ama annem mutlaka misafirler için ayırmıştı ki bana vermek istemiyordu. üsteledim. " İçmezsen içme!" deyince çaresiz içtim. Başka ne zaman içebilecektim ki?

" Gel Karabaş, gel!"

Güneş, kızıl söğütlerin arasına ayna tutuyor, bak. Su buz gibi parlıyor. Asar yolundan küme küme sığırlar, davarlar, atlar eşekler  gidiyor. Yarın pazar, satılacaklar belli. Bazıları dönecekler aynı yoldan celepleri başka. Bazıları başka yollardan kendi geleceklerine doğru yorgun, yürüyecekler.

İneğimiz Akkız'ı da aynı yoldan götürmüştük mal pazarına. Pala bıyıklı, ayağı körüklü çizmeli bir adam: " Kaça efendi ineğin?" demişti. Babam sanki çalıntı malmış gibi korka çekine " Vallahi bey,"demişti "bilmem ki." Oysa akşam annemle konuşurlarken dinlemiştim kaça satacaklarını.

Adam kırbacını Akkız'a doğru şaklatınca Akkız korkmuştu. Korkar elbette. Ben ona yıllar yılı bağırmamıştım bile. Ne başkasının tarlasına girer ne de söz dinlemezlik yapardı. Yalan değil kuzu gibiydi. Babama da her sene bir yavru verirdi.

"Beş yüz gayme veririm." demişti adam. öyle yüksek perdeden konuşmuştu ki sanırsın dünyayı bağışlıyor.

Babam " A ah!" demiş, " Cık! " çekmişti." On senedir sütünü sağar, danasını alırım, yazık satamam bu paraya ." Bir sürü adam toplanıvermişti çevremize. Üç aşağı, beş yukarı derken, diken saçlı bir adam gelmiş adamla babamı tokalaştırmış " 700 gayme hayrını görün aranızı buluverdim." demişti Akkız'ın satılmasına en çok üzülen ben, annemin elleriyle ördüğü kıl ipi boynuzlarından çıkarmıştım. Çizmeli, babama paraları saydıktan sonra bana da 150 kuruş helvalık vermişti.

Köye dönerken Akkız'ı son bir kez görmüştüm. Gözlerinde yaş... Ağlıyordu besbelli. "Akkız!" dedim fısıltıyla. Dönüp bakmış; bir iki adım atmış... Sonra durmuştu. "Hadi git!" der gibiydi.

"Gel Karabaş, gel!"

Bak, karşı çalıda üç kuş. Sapanla vurayım, pişirir yeriz. Birini vurabilirim ancak. Sence hangisini vurmalıyım? Botağı mı, karatavuğu mu,sarı kuşu mu? Botak çalının tepesinde; ama yaklaşmama izin vermez. Karatavuk durduğu yerde durmaz ki nişan alasın. Sarı kuş ahmak olur. Ama çalının içinde nasıl vurmalı. Ah tüfeğim olsa da saçmalasam . Tüfek kullanmasını da bilmem ki. önce botağa atmalıyım taşı. Taş boşa giderse gürültü kopmaz. Ötekiler de uçmaz o zaman. Sonra karatavuğa nişan alırım. Onu da vuramazsam sarı kuşa atarım taşı. Ahmak kaçmasını bilmez ki.

Kara kara bulutlar doldurmuş gökyüzünü. çimenler eskisince güzel değil. Söğütlerin rengi mora dönüşmüş. Ayaklarım, burnum, kulaklarım... üşüdüm ben.

Gel Karabaş gel! gidelim artık. Annem bulgur pişirmiştir sıcacık. Sana da kepekten yal.

YAZARIN DİĞER YAZILARI