KÖYCEĞİZ' den AĞRI DAĞI' na DOĞU TURU-4

AĞRI DAĞIN ETEĞİNDE,

UÇAN GÜVERCİN OLSAM.

TÜRKÜ OLSAM DİLLERDE,

DİYAR DİYAR DOLANSAM."

                Değerli okurlar, bizi izleyenler biliyorlar. Geçen hafta Anadolu'nun en doğusunda Ağrı'ya doğru olan yolculuğumuz sürüyordu. 45 kişilik otobüsümüzde derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi uçarak bir kuş misali sanki sonsuzluğa doğru yol alıyorduk.   Öyle ki,  herkes çevresindeki bu ıssız, vahşi tabiata, dağlara, vadilere, derelere, tepelere, bir kurşun atımı mesafedeki her tepenin başına konuşlanmış Mehmetçiğin yaz/kış, gece/gündüz 7/24 nöbet tuttuğu KALEKOL' ları izleyip görüntüleyerek uçuyor, uçuyoruz.  Sonunda makinalarımızla fotoğrafını çekebileceğimiz kadar yaklaştığımız Büyük Ağrı Dağı, ağzından, burnundan dumanlar, buharlar püskürterek dikkatleri üzerine çekiyor. Oysa daha ileride, uzaklarda hayal/meyal görünen Küçük Ağrı, öyle sessiz ve tevazu içinde görünüyor ki.  Burada aklımıza şöyle bir anekdot geliyor: Hani derler ya; "Damdaki bacalardan büyük baca küçük bacaya ne demiş biliyor musunuz?"  Diye. "Ne demiş?" "Ulan benim yanımda sigara içmeye utanmıyor musun?" Demiş. Burada Küçük Ağrı da öyle. Ne sigara içiyor, ne de ukalalık ediyor, öyle sus/pus oturuyor.  Sonunda bir koruma duvarının üzerine işlenmiş büyük bir Türk Bayrağının olduğu Polis noktasından sonra DOĞUBAYAZIT' a giriyoruz. Çarşıyı geçtikten sonra sağa/dağlara doğru yöneliyoruz.  Yanında bir halı sarayının da bulunduğu restoranda biraz mola veriyoruz. Bu ara hemen dağlara sırtını vermiş okullardan grup grup ortaokul/lise öğrencileri çıkıp kasabaya doğru şaka/şenlik içinde yürüyorlar.  Bana 34 yıl birlikte olduğumuz günleri anımsatıyorlar.  Ülkemin her noktasında öğrencilerimiz aynı. Giyinişleri, dersleri, müfredatları, okulları, konuşmaları, gülüşmeleri/şakalaşmaları.  Artık yıllardır içimde bir ukde olarak duran İSHAK PAŞA SARAYI, arka yamaçlardaki yalçın kayaların böğründeki bir kartal gibi ovayı süzüyor. Otobüsümüze doluşarak beş dakika sonra oradayız.  En öndeyim ve hiçbir görüntüyü kaçırmıyorum. Önden, yandan görüntüyü görebilen herkes de öyle. Sonunda tırmana tırmana SARAYIN önünde durup iniyoruz. Artık uzaklardan, çok uzaklardan hayranlıkla izlediğimiz yalçın kayaların dibindeyiz.  Burada yalnızca SARAY yok, karşı yamaçlarda dipten tepelere kadar kayalara yaslanmış, işlenmiş sur duvarları yer yer tepelere kadar çıkıyor.  Cami ve türbe/mescit benzeri yapılar görülüyor. Asfalt yol oralara kadar götürülmüş. Hemen yüksek alınlıklı ve bol işlemeli bir kapıdan SARAYA' a giriyoruz. 1. Avlu, bölümler, odalar, çeşme, muhafız koğuşları, zindan, ısı merkezi, selamlık, türbe, harem odaları,  has bahçe,  muayede salonu, mutfak, hamam, harem odaları, ikinci avlu. gibi insanoğlu için ne gerekiyorsa bundan yüzlerce yıl önce bu ıssız dağların başında hepsi düşünülmüş.  Herkes oda oda, salon, koridor, avlu koşturup fotoğraf çekmenin peşinde. Yeterince sarayı gezip fotoğrafladıktan sonra saraydan çıkıyor ve girişteki çay evinin önünde dinlenmeye çekiliyoruz. (Sarayı bu kadarla geçiştirmeyeceğiz elbette. Bu genel yolculuğu anlattığımız son bölümden sonra dönüp belli noktaları ayrıntılı olarak yeniden dönüp anlatacağız.) İçimizdeki yıllardır devam eden merakı ve ukdeyi epeyce yatıştırdıktan sonra aracımıza binerek SARAY' dan ayrılıyoruz.  Kasabaya inince yarım saatlik bir mola veriyor ve çarşıya dağılıyoruz.  Dönüşe geçtiğimizde artık öğle sonudur.  Tekrar ÇALDIRAN ilçesinden sonra MURADİYE sınırlarına giriyoruz. Giderken yol kıyılarındaki tepelerden büyük büyük borularla suların getirilip aşağılara doğru akıtıldığını görmüştük. Meğer bu sular MURADİYE ŞELALELERİNİ beslemek için eklenen sularmış.  Ana yoldan sapıp üç/beş dakika sonra şelalelerin önündeyiz.  Otobüsümüzden iner/inmez Şelalelere koşturuyoruz. Karşımızda dünyanın en mükemmel manzaralarından biri ... Ayan/beyan açıkça beyaz köpüklü onlarca şelale gürül gürül şarıl şarıl 18 metre yüksekten altındaki Bend-i Mahi deresine durmamacasına nazlı nazlı akıp duruyor. Bulunduğumuz yakadan dere kenarına merdivenler yapılmış,  basamaklar, teraslar, yollar düzenlenmiş. Neredeyse fotoğraf çekme yarışındayız.  Yukarıdan, aşağıdan, sağdan, soldan, merdivenden, terastan onlarca fotoğraf alıyorum. Bir o kadar da Hanım çekiyor.  Sonunda kanıksıyor ve yıllar süren bu hasreti sonlandırıyor terastaki çay evinde oturuyoruz.  Yeniden dönüş için yollardayız, giderken arkamızda bıraktığımız VAN GÖLÜ' ne yeniden kavuşuyor ve kıyısında yol almaya başlıyoruz.  Akşam karanlığında VAN merkezdeki otelimize dönüyor ve ağırlıklarımızı odalarımıza bıraktıktan sonra terasa çıkıyor ve akşam yemeği için oturuyoruz.  VAN sokakları pırıl pırıl, ışıl ışıl bir ışık deryası içinde. Boşuna dememişler "VAN DOĞNUN PARİSİDİR" diye. Bu yemek bu turdaki SON AKŞAM YEMEĞİ.  Hanım yemekten sonra arkadaşlarıyla eğlenmek için bir eğlence yerine gidiyor. Ben ise akşama kadar görüntü peşinde koşturmaktan yorulmuşum, zaten ayak da sorunlu, hemen yatıyorum. Ertesi günü son teras kahvaltısından sonra aracımıza doluşarak güya Hava Limanına doğru yola çıkıyoruz.  Ama VAN Bitmiyor ki. Önce VAN MÜZESİ' ne giriyoruz. Aman ne kadar geniş ve büyük bir müze. O kadar odalar, bölümler, stantlar hazırlanmış ve süslenmiş ki bina çok büyük olduğundan neredeyse daha yarısı boş. Daha girer/girmez karşıdaki 5/10 metre gibi boyutlardaki duvara işlenmiş özet levhada PALEOLİTİK ÇAĞDAN NEOLİTİK ÇAĞA, KALKOLİTİK ÇAĞA, ERKEN TUNÇ ÇAĞINDAN ORTA TUNÇ ÇAĞINA, KRAL TİGRAN'DAN PART İMP. LUĞUNA, ROMA'DAN, SASANİ'YE, BEYLİKLER DÖNEMİNDEN CUMHURİYET DÖNEMİNE kadar baştan ana uygarlıklar renkli, ışıklı, büyük büyük yazılarla karşı duvarlara işlenmiş.  Müzenin içini geze geze bitiremiyoruz. Bir saatten fazla bir süre eski çağların, uygarlıkların, kültürlerin, insanların, yapıların, testilerin, taşların duvarların içinde kendimizden geçtikten sonra nihayet gün ışığına çıkabiliyoruz.  Müzeden çıkıp karşımızdaki tepeye baktığımızda iki gün önce karanlıkta yarım bıraktığımız VAN/TUŞPA KALESİ ovadan yükselen kayalar üzerinde bize boy gösteriyor. Uzaktan yakından yeterince fotoğraflarını alsak da bu görüntüler bizi kesmiyor. Gelecek bir zamanda bir daha bu PARİS'E! gelip TUŞPA' nin surlarına çıkıp havasını teneffüs etmeli ve kayalarına dokunmalı, tozunu yutmalıyız.  Nemrut Krateri gibi TUŞPA' da olmadı NİTALİ, olmadı, yarım kaldı. Müzeye gelmeden önce bir takı sarayına girmiştik. Ben buradan kimse bir şey almaz diye düşünürken bizimkiler bölümlere ve gümüş takılara öyle bir saldırdılar ki sormayın.  Hava Limanına 15 dakikalık yolumuz kalmıştı ama bir türlü gelemiyoruz. Bu kez de yolumuzu MANDIRA kesiyor. Çaresiz oraya da giriyoruz. Yarım saatin sonunda oradan da paket paket, koli koli,  çerez, peynir, bal, pestil, şekerleme türü yiyeceklerle çıkıyoruz.  Sonunda Hava Limanına giriyor ve birçok beklemelerden, kontrollerden, badirelerden sonra 15.15' te uçağımıza binebiliyoruz.  Yerimize oturduğumuzda uçağın son derece modern, temiz, konforlu ve güvenilir olduğunu görüyoruz. Her sırada altı kişi oturuyoruz.  Sanırım 200 kişinin üzerindeyiz. Boş koltuk, mesafe falan hak getire. İki saat boyunca bembeyaz bulutlar üzerinde hayal gibi sessizce uçup yol aldıktan sonra "KÜÜÜÜTTTTTT!!!!" Diye Antalya Hava Limanına teker koyuyoruz.  Yolculardan hemen herkes söyleniyor, homurdanıyor. Çıkarken personel ayakta, "Bu ne biçim iniş?" diyerek sitem ediyoruz.  Hosteslerden birisi sırf cevap vermiş olmak için "Bazen zemin için böyle inmek gerekiyor!" gibi saçma bir laf ediyor. Laf ola beri gele. Personelin neredeyse tamamı iniş kapısının önünde olduğu halde hiç biri sesini çıkarmıyor. Doğrusu da bu. Neyse çanta/bavul/torba/poşet otobüse sığışıyor ve Antalya'dan çıkmaya çalışıyoruz.  17.15' te indiğimiz Antalya'dan bir saatte güç/bela çıkabiliyor ve Korkuteli yoluna giriyoruz.  Haliyle acıkıyor ve Korkuteli' de bir lokantaya giriyor gereğini yapıyoruz. Ama yol bitmiyor ki. Fethiye'ye geldiğimizde gecenin 23.40 sularıdır.  Bir haftadır sokağın bir köşesinde bizi bekleyen zavallı aracımıza binerek bu kez de Köyceğiz için yola düşüyoruz. Neyse bir saat sonra 00.45'te yani ertesi günü evimize gelebiliyoruz. Değerli okuyucular, bu dört bölümün sonunda da henüz anlatacaklarımız bitmedi.  Anlattıklarımız genel tur izlenimleri idi. Ayrıntılar gelecek yazılarda. GELECEK YAZILARDA BULUŞYMAK UMUDUYLA.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI