BİR GİYOTİN VAHŞETİ Kİ, 'DÜŞMAN BAŞINA' BİLE DENİLEMEZ!...

                Değerli okurlar, ben bir kitap kurdu ve okuma tutkunuyum. Bunun için de haftada, on günde bir Kütüphaneye gider 5-6 kitap alır, onları bu süre içinde okur bitiririm. Bir-iki olaydan sonra öğrendim ki, öyle 400-500 sayfalık kitaplar alıp da günlerimi boşuna öldürmemeliyim. Mümkün olduğunca 100-150-200 sayfalık kitaplar alıp çabuk çabuk bitirip yeni kitaplar alır, onları okur her kitaptan ayrı bilgiler edinir, ayrı yazarlar, ayrı konular hakkında bilgi sahibi olurum. Bir edebiyat mezunu olarak buna ihtiyacım var. Elimdeki kitap Viktor Hügo' nun "Bir İdam Mahkûmunun Son Günü" adlı kitabı. "Hasan Ali Yücel Klasikleri Dizisi" nden... Kitabın sonunda da bu kitapların listesi var, oldukça uzun bir liste, bu diziden tam 396 kitap çevrilmiş Batı Klasiklerinden. Kitabın ön sözündeki GİYOTİN ile ilgili bilgi çok ilgimi çekti. İstedim ki, okumamış, öğrenmemiş olan siz okuyucularım da bu bilgileri edinin. Şu Modern Avrupa denilen Avrupa' lı nasıl bir geçmişe sahipmiş. Hani bizim eskiler derler ya "Evrupa Azizim, Evrupa!". Hatta yine bir Milli Edebiyat yazarımız, bir yazısında " İnsanın! 'Terbiye İngilizdir!' diyeceği geliyor". Oysa bakın bu anlatacağım örnekte şu bildiğimiz "EVRUPA!" ne imiş!...

                "Güneyde, geçen Eylül ayının sonlarına doğru bir infaz yaşandı. Cezaevinde sakin sakin kâğıt oynayan bir adama iki saat sonra ölmesi gerektiği bildirildi. Altı aydan beri ölümü hiç düşünmeyip unuttuğu için bütün bedeni titredi; tıraş edildi, elleri ayakları bağlandı, günah çıkartıldı; sonra dört jandarmanın eşliğinde kalabalığın arasından arabayla giyotin sehpasına götürüldü. Buraya kadar her şey normal. Bu işler zaten böyle yürür. Cellatlar, Rahipten teslim aldığı mahkûmu sehpaya yatırıp argo deyişle 'fırına sürüp' bıçağı aşağıya bırakmış. Güçlükle harekete geçen ağır demir, üçgen yivlerden sarsılarak aşağı düşüp adamı öldürmeden boynunu yardığında dehşet anları başlamış. Adam, korkunç bir çığlık atmış!. Canı sıkılan cellat, bıçağı yukarı çekip yeniden bırakmış. Mahkûmun boynunu ikinci kez ısıran bıçak, yine boynu koparamamış. Mahkûmla birlikte kalabalık da haykırmaya başlamış. Üçüncü darbenin bu işi bitireceğini uman cellat, bıçağı yeniden yukarı kaldırıp aşağıya bırakmış. Sonuç yine aynı. Mahkûmun ensesinden üçüncü bir kan deresi akmasına rağmen üçüncü darbe de başı koparamamış. Kısa keselim, beş kez inip kalkan bıçak, inleyen ve canlı başını sallayarak merhamet dileyen mahkûmu öldürememiş!. Öfkelenen halk, yerden aldığı taşları sefil cellada fırlatmaya başlamış. Giyotinin yanından kaçan cellat, jandarmaların atlarının arkasına sığınmış. Ama daha sonuna gelmedik. Giyotin sehpasında tek başına kaldığını fark eden mahkûm, boynundan kanlar fışkırırken omzundan sarkan yarı kesik başını tutarak ürkütücü bir biçimde doğrulup boğuk çığlıklarla kafasının koparılmasını istemiş. Merhamet duygularıyla coşan halk, jandarmaları zorlayıp ölüm cezasını beş kere çeken bahtsızın yardımına koşmak üzereyken, celladın 20 yaşlarında bir genç olan uşağı, giyotin sehpasına çıkıp mahkûma 'ellerini çözeceği için sırtını dönmesini söylemiş' ve hiçbir endişe duymadan söyleneni yapan ve can çekişen adamın sırtına sıçrayıp elindeki kasap bıçağıyla boynunun hala kopamayan kısmını acımasızca kesmiş. (Sayın okuyucular, şu anda nasılsınız, iyi misiniz?) Evet, bütün bunlar, yaşanmış gerçekler. Yasaya göre bu infaza bir hâkimin eşlik etmesi gerekiyordu. Bir el işaretiyle her şeyi durdurabilirdi. Peki, bir insan katledilirken bu adam arabasının içinde ne yapıyordu? Ve bu hâkim yargılanmadı. Ve bu cellat yargılanmadı! Ve yasaların Tanrının bir kulunun kutsal şahsiyetini böyle canavarca yok etmesi hakkında hiçbir mahkeme soruşturma başlatmadı.

                17. yüzyılda Richelieu ve Christopher Fouguet zamanında, o barbar cezasının uygulandığı dönemde M. De Chalais, Nantes' teki Bouffay Meydanı'nda kılıç yerine fıçıcı keseri kullanan beceriksiz bir askerin indirdiği otuz dört darbeyle öldürüldü. Aubery, mahkûmun 20. Darbeye kadar haykırdığını söylüyor. Paris Parlamentosu tarafından yasalara aykırı bulunan bu infaz hakkında dava açıldı ve Richelieu Fouguet yerine asker cezalandırıldı. Bir başka olay: Üç ay önce Dijon' da giyotin sehpasına bir kadın getirildi. (Bir kadın!) Dr. Guillotin' in bıçağı bu kez de işini iyi göremedi. Kafa tamamen kesilmedi. Bunun üzerine celladın uşakları, kadının ayaklarına sarılıp çekiştirerek bahtsız kadının çığlıkları arasında bedeni kafadan ayırmayı başarabildiler. Paris' te gizli infazların gerçekleştiği döneme dönelim. Temmuz' dan sonra Greve' de kelle uçurmaya cesaret edemeyen korkak ve alçaklar bakın ne yaptılar. Son olarak Beçitre' de sanırım adı Desandrieux olan bir idam mahkûmunu her tarafı sürgülenmiş, kilitlenmiş, iki tekerlekli bir valize kapatıp hiç gürültü çıkarmadan, halka fark ettirmeden jandarmaların eşliğinde ıssız Saint-Jacgues kapısına götürdüler. Sabah sekizde gün aydınlanmak üzereyken oraya geldiklerinde yeni kurulmuş bir giyotin sehpası hazır bekliyordu ve seyirci olarak bu beklenmedik düzeneğin taş yığınlarının üzerine oturmuş 25-30 kadar çocuk vardı. Hemen valizden çıkardıkları adamın başını bir soluk alacak zaman bırakmadan gizlice kestiler. Buna yüksek adaletin kamusal ve resmi bir görevi deniyor. Alçakça bir gülünçlük!. Acaba kralın adamları, uygarlık sözcüğünden ne anlıyorlar? Uygarlığın neresindeyiz?

Yazar, bu uygulamaları, bu insafsız yasaları uzun uzun eleştirdikten sonra bakın daha neler anlatıyor?

                "XVI. Yüz yılı, her türden işkenceyi, Farinacci' yi, işkenceci sorgu hâkimlerini, darağacını, çark işkencesini, odun yığınlarını, direğe çekmeyi, kulakları kesmeyi, kollarını bacakların dört at tarafından çektirilerek kopartılmasını, canlı canlı çukura gömülmesini, kazanlarda canlı canlı kaynatılarak öldürülmelerini, Paris' in bütün kavşaklarında herhangi bir dükkân gibi açık duran ve üzerinde hiç durmadan taze insan etinin sergilendiği cellat kütüğünü, on altı taş sütunuyla, o kaba temel taşlarıyla, kemik dolu mahzenleriyle, kirişleriyle, kancalarıyla, iskeletlerin sarkıtıldığı zincirleriyle, karga pislikleriyle lekelenmiş alçıdan tepesiyle, yan yana duran darağaçlarıyla ve kuzeydoğu rüzgârlarının geniş esintiler halinde bütün Temple Mahallesi' ne taşıdığı ceset kokularıyla Montfaucon' u geri getirin. Bize Paris celladının bütün kalıcılığı ve heybetiyle o devasa barınağını getirin. Keyfiniz bilir! İşte yeterince örnek. İşte iyi anlaşılan ölüm cezası. İşte daha kapsamlı bir işkence sistemi, İşte iğrenç ama korkunç olan. Ya da İngiltere' deki gibi yapın. Dover kıyısında yakalanan bir kaçakçı, örnek olsun diye asılır. Örnek olsun diye darağacında asılı bırakılır. Ama hava koşulları nedeniyle çürümemesi için cesedin üzeri katranlanmış bir örtüyle kaplanır, böylece örtünün sık sık değiştirilmesi gerekmez. Ey tasarruf ülkesi, asılanları katranlıyor!... Evet, bütün bunları "BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ" adlı kitabın yazarı VICTOR HUGO, bu kitabının ön sözünde yazıyor. Kitap oldukça yalın ve akıcı bir dille yazılmış. Tabi ki çevirisi de oldukça başarılı. Bana göre bunları okuduktan sonra kitabı okumasanız da olur. İşte "EVRUPA EVRUPA!..." diye göklere çıkardığımız EVRUPA' nın geçmişi. Bu modern? Ülkelerin TUVALET GELENEĞİ' ni de merak ediyorsanız bir araştırıverin. Onları da yazıp ortamı daha da çekilmez hale getirmek istemiyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI