GAP TURU İLE ADIM ADIM GÜNEYDOĞU ( APOLLON/DAPHNE AŞKI)
“YAĞIZ ATLAR KİŞNEDİ, MEŞİN KRIRBAÇ ŞAKLADI,
BİR DAKİKA ARABA YERİNDE DURAKLADI.
NEDEN SONRA SARSILDI ALTIMDA DEMİR YAYLAR,
GÖZLERİMİN ÖNÜNDEN GEÇTİ KERVANSARAYLAR.
GİDİYORDUM GURBETİ GÖNLÜMDE DUYA DUYA,
ULUKIŞLA YOLUNDAN ORTA ANADOLU’ YA.”
Değerli okurlar. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’ in o enfes, uzun şiiri yukarıdaki beyitlerle başlar ve bitmeyen bir yolculuk gibi sürer gider. Bizim yolculuğumuz da bir Pazartesi Köyceğiz’ den başladı ve yine bir pazartesi Köyceğiz’ de bitti. Doyumsuz bir bilgi ve belge birikimiyle döndük GAP TURU’ ndan. Köyceğiz’den Muğla’ya, varınca TUR şirketinin aracıyla bir saatte Milas-Bodrum HAVA LİMANINA iniverdik. Yine oradan uçakla yaklaşık bir saatte Adana’ ya vardık. Anadolu’nun güneyini baştanbaşa geçerken pencereden görebildiğimiz kadarıyla ülkemizin dağlarını, ovalarını, ormanlarını, vadilerini, şehirlerini, baraj göllerini, kanyonlarını, obruklarını neresi olduğunu pek de anlayamadan doyumsuz bir zevkle izleyip olabildiği kadar da fotoğrafladık.
Adana’ ya iner inmez bizim için hazırlanmış donanımlı aracımıza valizlerimizi yükleyerek Hava limanından ayrıldık ve önce Seyhan Nehri üzerindeki 14 gözlü(3-4 tanesi kapatılmış) TAŞ KÖPRÜ’ ye ulaştık. Yüksekliği 8.70 metre ve uzunluğu da 291 metre imiş. Köprünün başındaki esnaf bizi “HOŞ GELDİNİZ!” diyerek sıcak bir dille karşılıyor. Roma dönemi eseri olan bu köprü, M.S. 384 yılında Mimar AUXENTUS tarafından yaptırılmış. Halen şehir içi trafiğinde kullanılan en eski köprü olma özelliğini taşımaktaymış. Oradan kuzeye doğru bakınca Türkiye’ nin en büyük ULU CAMİSİİ, o enfes mimari görüntüsü ve dört minaresiyle bize göz kırpıyordu. Aracımıza atlayarak birkaç dakikada dibinde bitiverdik. İç alanı on üç dönüme varan genişliği ile bizi hayretlere düşürdü. İstanbul’ daki Sultan Ahmet Camisi ile Edirne’ deki SELİMİYE camilerinin bir örneği olarak yapılmış. 32 metreye varan kubbe çapıyla başımız göklerde, ağzımız açık hayran hayran bakakaldık bu devasa esere. Camii in yapımı 1988-1998 yılları arasında on yıl sürmüş. Maliyetinin ise %50’ sini SABANCI, % 50’sini ise Adana halkı karşılamış ve sonra vakfa devredilmiş. Çevresiyle birlikte 40 dönüme varan bir yere sahipmiş. Daha sonra da vakfa bağışlanan narenciye bahçeleriyle oldukça geniş bir varlığa sahip olacakmış. Fotoğraflarımızı çekilip aracımıza döndükten sonra doğruca KAZANCILAR KEBAP SALONU’ na iniyoruz. Doğal olarak Hatay’ ın meşhur KÜNEFE’ sini yemeden de ayrılmıyoruz. Oradan da gecelemek üzere İNCİ OTEL’ e yerleşerek dinlenmeye geçiyoruz. Ertesi günü sabah kahvaltısından sonra Adana’ nın keşmekeşinden çıkıp doğuya doğru yeşillikler içinde enfes bir yolculuğa devam ediyoruz. CEYHAN nehrini de geçtikten sonra dağların eteğinden, tepelerin üzerinden aşarak Adana’ nın o bereketli topraklarını, bağlarını, bahçelerini, dağ yamaçlarına yaslanmış ormanlarını aşıp Antakya’ ya doğru yol almaya devam ediyoruz. Bu arada bize/TUR’ a ayarlanmış aracımızda, suyumuz, telefonlarımızı şarj edebilmek için hemen yanımızdaki prizlerimiz hazır edilmişti. Böyle bir yolculukta en çok da bunlara gereksinim duyuluyordu ve bunlar karşılanıyordu. Rehberimiz yol boyunca geçtiğimiz yerlerdeki dağlar, ovalar, tarihi yapılar ile ilgili bildiklerini aracın mikrofonuyla tane tane bize aktarıyor ve bilgilendiriyordu. Hatay sınırlarına girdiğimizde coğrafya da tarih de değişmeye başladı. Hatay’ ın ülkemize katılmadan önceki Cumhurbaşkanı TAYFUR SÖKMEN’ in (HATAY ilinin ilk ve tek CUMHURBAŞKANI) adı geçiyordu yapılarda ve büyük caddelerde. Bilindiği üzere Büyük Önderimiz M.K. ATATÜRK, Hatay’ ın Türkiye’ ye katılması için çok çaba sarf etmiş ve üzerinde durmuş ancak vefatına kadar bu katılım gerçekleşememişti. Ancak kısa bir süre sonra; 30 Haziran 1939’ da Hatay Millet Meclisi’ nin aldığı bir kararla Türkiye’ye katılmıştır. Daha Hatay’ a girmeden yol üzerinde ve deniz kenarında İskenderun Petrol Rafinerilerini görüyoruz. Bilenler bilir İzmir’ in Ali Ağa Petrol Rafinerileri de böyle deniz kıyısındadır. Hatay çarşısına ayak bastığımızda kendimizi başka bir coğrafyada buluyor çevremizi hayretle izliyoruz. Çarşısıyla, esnafıyla, giyimi/kuşamı ve konuşmalarıyla özel bir Hatay halkını yakından görüyor ve onlarla haldaş/yoldaş olmaya çalışıyoruz. Rehberimiz bizi antik bir eser olan HABİB-İ NECCAR (marangoz) CAMİİ’ ne yönlendiriyor. Bu CAMİ, ROMA dönemine ait bir PAGAN üzerine 7. Yy da inşa edilmiştir. Bir rivayete göre HABİB-İ NECCAR’ ın başı kesilir ve dağdan aşağıya yuvarlanır, CAMİİ’ in yapıldığı yere kadar gelir. (Hikaye uzun, daha ileride…) Biz, CAMİİ’ in tarihi yapısı, şadırvanı, minaresi ve açıklama içeren yazılı panolarıyla ilgilenirken bazı arkadaşlarımız da incik/cincik ve hediyelik eşya için çarşıya dalıyor. Bu arada sık sık çarşı içinde keman, ud, klarinet, gitar ve def çalarak üç/beş kuruşun peşinde olan sokak çalgıcılarını görüyor/fotoğraflıyoruz. Çarşı içindeki serbest zamanımızı bitirerek Asi Nehrinin yemyeşil, asi asi akıp giden durgun suyunu izliyor/fotoğraflıyoruz. Sonra da aracımıza atlayarak HABİB-İ NECCAR DAĞI’ nın eteklerine oyulmuş SAİNT PİERRE kilisesine doğru tırmanıyoruz. Zeytin ağaçları arasındaki kilit taşıyla döşenmiş yolları tırmanarak kiliseye varıyor ve Hz. İSA’ nın havarilerinden ST. PİEERE’ nin kaldığı kiliseye ulaşıyoruz. PİERRE, burada M.S. 29-40 tarihlerinde gelip kalmış ve Hristiyanlığı yaymaya çalışmıştır. Tarihi/antik resimlerin sökülüp alındığı bu mağarayı ve ön kısmına sonradan yapılan giriş kısmını görüp fotoğraflıyor ve avluya çıkıyoruz. Bu yükseltiden eski Hatay’ ın rengarenk görüntüsü enfes bir manzara oluşturuyor. Bu manzaraya ve Hatay’ ın inceliklerine inemeden ne yazık ki gecelemek üzere ŞELALELER in bulunduğu yerdeki BOĞAZİÇİ OTEL’ e doğru yol alıyoruz. Otelimiz, arkasında NECCAR DAĞI’ nın yükseldiği ve önünde de yemyeşil defne ağaçlarıyla donanmış bahçelerin ve şarıl şarıl suların aktığı bir yamaca kurulmuş. Valizlerimizi odalarımıza atar atmaz hemen şelalelerin bulunduğu sokağa dalıyoruz. Önce aşağıya doğru inen ve çevresi hediyelik eşya stantlarıyla dolu tozlu bir yola giriyoruz. Sonra sol yanımızdaki yamaçlardan akan ve çeşitli yöntemlerle şelale haline getirilen şarıl şarıl suları, havuzları, su çarklarını, değirmenlerin görüntülerini izliyoruz. Suların içine bizim Yatağan/Pınarbaşı’ nda olduğu gibi masalar/sandalyeler atılmış, insanlar dinlenmekte ve yiyip içmekteler. Burada en çok dikkatimiz çeken şeylerin başında defne ağaçları ve zeytin/defne sabunları oluyor.
Buradaki DEFNE EFSANESİ ’ni anlatmadan geçersek ilkelerimize ters düşmüş oluruz. ” DAPHNE(Harbiye) EFSANESİ: Tanrı ZEUS’’ un oğlu ışık TANRISI APOLLON, bir gün ırmak kenarında gezerken genç ve güzel bir kız görür. Bu dünyalar güzeli kızın adı DAPHNE (DEFNE” dir. APOLLON’ un içinde bu güzel kıza karşı önlenemez arzular uyanır ve onunla konuşmak ister. Ancak DEFNE, APOLLON’ un içinden geçenleri çabucak fark ederek O’ ndan kaçmaya başlar. O kaçar, Apollon kovalar, O kaçar APOLLON kovalar. Bir yandan da “ KAÇMA SENİ SEVİYORUM!” diye bağırır APOLLON. DEFNE ise Tanrılarla sevişen kadınların başlarına nelerin geldiğini bildiği için korkuya kapılır ve kaçmaya devam eder. APOLLON’ a gelince bu güzel kızı mutlaka yakalamalıdır. Kovalamaca devam eder. Defne kaçar APOLLON kovalar ve bir an gelir ki aralarındaki mesafe iyice daralır; Defne, APOLLON’ un sıcak nefesini ensesinde/saçlarının arasında hissetmeye başlar. Artık kurtuluş imkanı kalmadığını anlayan DEFNE, birden durur ve ayağı ile toprağı eşeleyerek şöyle bağırır: “ Ey, toprak ana! Beni ört, beni sakla, beni koru!”… Bu içten yakarış üzerine DEFNE, organlarının ağırlaştığını ve odunlaştığını hisseder. Olgun göğüslerini gri bir kabuk bağlar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları, dallar olur uzar, körpe ayakları ise birer kök olup toprağın derinliklerine doğru inmeye başlar, bir DEFNE AĞACI’ na dönüşüverir. Bu durum karşısında şaşıran APOLLON, DEFNE’ nin ağaca dönüşmesini hayret ve üzüntü içerisinde seyreder, kahrolur. Ona sarılır ve hala defne ağacının sert kabukları altında çarpmakta olan kalbinin sesini duyar ve şöyle seslenir: “ DEFNE, bundan sonra sen, APOLLON ’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan, dökülmeyen yaprakların başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yan yana geçecek.” Bu tatlı sözler üzerine DEFNE, dallarını eğerek APOLLON’ u saygı ile selamlar. İşte bu öykünün geçtiği yer bu günkü HARBİYE’ dir. APOLLON, üzüntü ve heyecan içinde o ağacı amblem olarak aldı ve parlak yapraklarından başına taç yaptı. İşte o günden bu güne ŞİİR ve SİLAH ZAFERİ, DEFNE DALI ile ödüllendirilir. DEFNE’ nin gözyaşları ise bu gün hala HARBİYE ŞELALELERİ’ ni oluşturuyor. Burayı da gezip fotoğrafladıktan sonra günün yorgunluğunu atmak üzere otelimize çekiliyoruz. Yolumuz uzun, anlatacağımız çok şey ve göstereceğimiz çok yer var.
NOT: Diger bazı kaynaklar da Daphne’ nin aslında bir” NYMPHE” yanı su perisi olduğu, zaman zaman su kenarlarında gezip eğlendiği; bu sıralarda APOLLON’ un kendisini gördüğü ve peşine takıldığı yazılı. DAPHNE’ nin babası ise Yunan Deniz Tanrılarından PENEUS’ tur. DAPHNE, sonsuza kadar yalnız kalmayı ve evlenmemeyi düşünmektedir. Ayrıca erkeklerden de nefret eder. Bunun nedenine gelince de APOLLON ile AŞK TANRISI ARES’ in aralarında geçen kıskançlıktan kaynaklandığı söylenir. APOLLON ile ARES karşılaştıklarında APOLLON, ARES’ e “ senin attığın oklar insanların kalbine değil ancak olsa olsa ayaklarına saplanır!” diyerek ARES ile alay eder. Buna içerleyen ARES, sürekli onları kollayarak DAPHNE ile APOLLON’ u bir arada görünce altın suyuna batırılmış olan ve saplandığı kişiye tutku ve sonsuz aşk verecek olan oku APOLLON’ un kalbine; saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracak olan oku da DAPHNE’ nin kalbine saplar. Sonuçta da buradaki kavuşma gerçekleşemez, bütün ünlü öykülerde olduğu gibi sonu ayrılık ve acı ile biter. Ayrıca bu kaynakta DAHNE’ yi ağaca dönüştürme işini TOPRAK ANA değil, DAPHNE’ nin babası PENEUS gerçekleştirir. Antakya MOZAİK MÜZSE’ sinde APOLLON ile DAPHNE’ nin mozaikleri bulunmaktadır. Harbiye’ deki ŞELALELER de bu gün hala APOLLON’ un gözyaşları olarak çağıl çağıl çağlamaktadır.