"Piri Türkistan" HOCA AHMET YESEVİ

"Piri Türkistan"

HOCA AHMET YESEVİ

 

 

“…Kimdi bu Ahmet Yesevi”

Kimdi bu 'Hey'  deyip ayağını yere vurunca,

Dünya ve Ahiret bağından kurtulan?

Bir milletin yükte hafif,  pahada ağır bütün

değerlerimi, erlik gücüyle kıtadan kıtaya

aşıran oluk oluk Diyar-ı Rum'a akın eden

kardeşlerini unutmadığı için, tarihlerin

bağrında bir vefa Çiçeği gibi katmer katmer

açan Evliyalar Evliyası kimdi?"

***

Ben de merak eder, hakkında daha fazla bilgi edinmek isterdim bu ulu zat hakkında.

Bir gün "zırr" telefon. Almacın öteki ucunda,  İzmir'li kültür âşığı Türkay Kamili:

-Şadan Hoca,  Hoca Ahmet Yesevi ile ilgili bir panel düzenliyor, seni de aramızda görmek istiyoruz.

-Memnun olurum dinleyici olarak gelmekten.

-Hayır Şadan Hoca, seni de konuşmacı olarak çağırıyoruz.

-Etmeyin eylemeyin Türkay Bey,  ben bu konuda fazla bilgili değilim!

-Senin bildiğin bize yeter!..

Panelin başlamasına çeyrek kala oradaydım. Baktım ki kimler yok?

Atatürkçü    (AydIn)  Din adamı Mehmet Oruç; yeri geldiğinde Mevlana, Hafız,  Şeyh Galip oluveren Rüştü Şardağ ve Türkistan'dan özel olarak gelmiş bir "Yesevi Uzmanı”...

İlk ikisi güzel güzel konuştu. YAREN Derneği yöneticisi Komili:

-Sıra Şadan Gökovalı’da

Dil'im,  şunları diyebilecek kadar döndü!

Hz.  Muhammed,  din uğrandaki savaşlardan biri sırasında,  "Ashab-ı Kiram"  (Onu ve/veya onu göreni acıktıklarını söyleyince, Peygamber' in isteği üzerine Azrail, bir sini dolusu hurma getirmiş. Din savaşçılarının her biri, birer hurma alıp, açlığını gidermiş. Son bir hurma,  tepsiden çöl kumunun üstünB düşmüş.  Sahabe,  bunun ne olduğunu sorunca İslam Peygamberi:

-Bu,  yüzyıllar sonra benim ahfadımdan gelecek olan Ahmet Yesevi'nin paylıdır. Onu kim muhafaza edip sahibine teslim edecek? İslam mücahitlerinin hepsi çekimser durunca» Arslen Baba talip olmuş. Peygamberimiz,  bu hurmayı,  kendi eliyle Arslan Bahba'nın ağzına koymuş.

Bu olay, Yedinci YY'ın başlarında gerçekleşmiş olabileceğine göre; beş yüzyıl kadar sonra Arslan Baba  Türkistan’ın Sayram kentinde, beş-altı yaşlarındaki Ahmet'i,  çocuklarla oynarken buldu. Çocuk, Baba'yı görünce:

-Getirdin mi emaneti? dedi.

Hurmayı aldı ve ardından sayısız tansıkla (mucize)göstermeye başladı.  

İlki şuydu:

O sıralar Maveraünnehr ve Türkistan'da Yesevi adında bir sultan hüküm sürüyordu. Bu padişah,  kışları Semerkant’da,  yazları Türkistan’da geçirirdi. Her Türk hakanı gibi ava-kuşa meraklı olan Yesevi, Karaçuk dağında ava çıktı. Tek bir av avlayamayınca,  bu dağın ortadan kaldırılmasını diledi.  Çevredeki bütün evliyalar gelip tazarru (ısrarlı yakarış ) da bulunduğu halde, dağda en küçük kıpırdama olmadı.

Bununa çocuk olduğu için bizim Ahmet'in çağrılmamış olmasından ileri geldiği anlaşıldı.  

Çağrılan çocuk, babasının urbasının altına gömülerek tazarruda bulununca,  müthiş bir oraj  (şiddetli hava bozulması) meydana geldi.  Küçük Ermiş, başını hırkanın altından çıkarınca fırtınanın dinmiş,  Karaçuk dağının haritadan silinmiş olduğu görüldü.

Bundan sonra Hace'likten Hoca'lığa yükselen ve Sultan'ın isteği üzerine adına 'Yesevi'yi ekleyen İslam ulusu, mucize üstüne mucize gösterdi.  Meselâ,  onun evliyalıktaki derecesini sınamak için uçarak gelen bazı din uluslarını,  arkadaşlarıyla birlikte turna kılığında havada karşıladı.

Kendisi kaşık yapıp satmakla geçinirdi. Ama bildiğiniz gibi değil bir öküzü vardı; bıçakla biçimlendirdiği kaşıkları,  öküzünün üstüne astığı heybeye koyup pazara salardı.

Dileyen,  kaşığı alıp, parasını heybeye koyardı. Ama,  parayı bırakmayan olsun; Alimallah, öküz onu,  parayı heybeye koyana dek kovalardı.

Kısa sürede,  kız-erkek müritlerinin sayısı 100 (yüz)  bini aştı.  Bu karışık öğretim dolayısıyla hükümdara şikayet edildi.

O da, bir kaç adamını, bu dedikoduyu araştırmakla görevlendirdi, Yesevi Hz, bunları tanıyınca kendilerine bir kavanoz verip,   kendilerini gönderenlere götürmesini söyledi.

Dediği yapılınca,  onları yollayan hakan, kavanozun içinde ateşle barutun yan yana olduğunu gördü.  (Niyetin bozuk değilse, kız-erkek birlikteliğinin ne, zararı, ne sakıncası var?

Bu olağandışı olayları sayıp dökmeye ne hacet? Bizim dervişimiz,

-benim bilgime göre- insanlık tarihinde  ilk olarak "Vücutname'

yazdı.  Bu, yaşamının her yılını -bir tekini atlamadan- anlatan dile getiren bir özgeçmişti.

Onun yaşadığı zaman, hıristiyan akınlarının Türkleri yok etmeye çalıştığı yıllardı, Bizanslılarla İslam sınırı arasına “Çin Şeddi gibi” manevî duvar örmek için. Pir'iüz en kutlu işini yaptı.

Bir gün, müritlerinin getirdiği odunların yandığı ocak önünde söyleşirken Hazret ocaktaki köseğileri/ erlik gücüyle ucu yanık odunları Anadolu’ya fırlattı:

-Hadi gidin; herkes kendi köseğinin düştüğü yere gidip,  ocağını orada tüttürsün!

Çünkü buyurdu Pirimiz, buyruğu yerine getirildi.

Pir Dede, Ak yazılı, Kademli Baba Sultan, Emir Cin Osman,  Horoz Baba,  Abdal Musa,  Koyun Baba ve daha nice  İslam evliyası Anadolu'da, Sinop'tan Teke Yarımadasına kadar,  aşılmaz sur duvarı gibi nöbete durdu.   

Bizim gibi  gezip yazma meraklısı kişilerin pir'i üstadı Evliya Çelebi , bu Türk-İslam ermişlerini tek tek sayar ve bunların hepsinin 'Hoca Ahmet Yesevi fukarası" olduklarını ve onun buyruğuyla coğrafyamıza gelmiş olduklarını yazar.

Mevlana Hz,  "Pes, suhan kuteh bayed vesselam" (sözün kısası iyidir) demiş ya; yazıyı Hazret'in "yere girmesi" ile bağlayalım. Ama on. san önce, Yasevi'nin "Hikmet'lerinin,  başta Yunus Emre olmak üzere tüm ozanlarımızı derinden etkilemiş olduğunu belirteyim. Ölümü,  daha doğrusu "yere girmesi  mi?

Madem merak ediyorsunuz yazayım. Hoca Ahmet (Peygamber’in öldüğü yaşa gelince),  Tekkesinin bahçesine bir mezar ya da çilehane kazdırarak,  son soluğunu soluyana dek orada,  günde sadece iki çiğ yumurta yiyerek yaşamış:

'Hey dostlar kulak verin dediğime

 ne sebepten altmış üçte girdim yere

Miraç üstünde Hak Mustafa ruhumu gördü

O sebepten altmış üçte girdim yere.

Ve ondan bir Hikmet'li dörtlük:

Elde olan senden gelen

Odur kapıları delen      

Tenden kap geçip cana giren

Senden aldım- sana yazdım."

Panelde ben bunları söyledim; Türkistan'dan gelen Yesevi uzmanı: -Ahmet Yesevi Hz,  beni buraya Şadan Gökovalı ile tanışayım. diye göndermiş, dediğini nasıl unutabilirim?

Bu yazıyı okuyanlardan,  Fethiye veya Marmaris'e giden olursa, Devrant aşırı, Gülağzı mahallesini geçince, sağdaki ormana, bu yazarının hazırladığı "Orman ve Muğla" belgeselinin ilk gösterimi anısına tesis edilip "Ahmet Yesevi Ormanı" adı verildiğini anımsasın.

 

 

 

 

 

 

Dil Bilmez Gürcü müyüm?

 

Evvel emirde  (herşeyden önce)  o türkünün sözlerini anımsayalım:

"Kalenin burcu muyum

Dil bilmez gürcü müyüm

Felek evin yıkıla

Ben çirkin harcı mıyam?

 

Kaledan indim iniş

Mendilim dolu yemiş

Yâre saldım yememiş

Kendisi gelsin demiş!"

Bu,  "sözü güzel, ezgisi güzel" türkünün ikinci dizesine eğilelim: "Gürcü", dil bilmez miymiş? Nedenmiş? Herhalde, ülkemize geldikleri sırada bazı gürcülerin Türkçe bilememesiyle ilgili bu yakıştırma.

Oysa gürcülerin hem kendi alfabeleri,  hem Kiril alfabeleri vardı; bize gelince bunlara bir de Türk abc'si eklendi. Bu açıdan bakıldığında, üç dil biliyordu gürcüler.

Ya biz? Ne kadar Türkçe biliyoruz? Shakespeare efendi, oyunlarından birinde; "falanlar falanca, filanlar filanca”, Türkler Türkçe konuşur ama,  biz İngilizler İngilizce bilmeyiz" el gibilerden bir söz eder.

Geçenlerde,  dil delisi bir dostum -durup durmazken- şöyle bir lâf etti:

-Türkçe uzmanı geçinen nice kişi,  orta öğretimde Türkçe sınavına girseler, 10 üzerinden beş alır mı bilmem.

Bendeniz,  bu tür genellemelerine,  topyekün suçlamalara karşıyım. Yine de o, Türkçe sevdalısı arkadaşla, yanlış bildiğimiz ve/veya yanlış kullandığımız bazı sözcük ve deyimleri düşündük:

TÜRK; Bu güzel sözün anlamı "Güzel"dir; galgelelim Ortaçağ'da ve ortaçağ kafalılarda bu sözcüğün anlamı "kaba-saba" gibî bir şeydir, Osmanlı'da "Dışı kürk,  içi Türk" diye bir deyim vardır. Yani,  giysisine bakarsan adam gibiymiş de,  içindeki değilmiş (!) Elizabat İngilizcesinde "Türk" sözü "imansız,  kâfir",  "The Türk" ise "Osmanlı Padişahı" anlamında kullanılıyordu.  (Bkz. Özdemir Nutku, Shakespeare Sözlüğü, s.709

PEŞİNDEN GİTMEK: Kastettiğinin tam tersi.  Çünkü "Peşin"" önde, öndelik,  önlük demektir: Peşinat,  peşin peşin,  peşkir,  peştemal vb.

ZÜREFANIN DÜŞKÜNÜ: Barış Manço'nun şarkısında bile yerini alan bu sözdeki zürafa (Giraffa camelopardalis) değil, "zarif, kibar, nazik," sözcüğünün çoğuludur.

Zariflerin düşkünü giyer kış günü beyaz giysiyi, n'apsın Zavallı!

SUS KÜÇÜĞÜM;   Çoğumuzun çekinmeden kullandığınız bir söz:  "Söz büyüğün,   su küçüğün." Hiçbirimizin aklına gelmiyor:  "Su",  “Söz"ün karşıtı mı?   

Bu deyimin aslı "Söz büyüğün, su küçüğün.”

Ama bana sorarsanız, bu mesaj da yanlış: Niye sussun ki çocuk? Bırakın konuşsun;  küçükken konuş(turul)mayan çocuk,  büyüğünce geveze olur.

EL Mİ YAMAN, BEY MÎ?: Alın size birkaç yanlışın birden yapıldığı deyim. Biz,  "el mi yaman,  biz mi" diye kullanılıyor. Bu sözün deyimi doğru biçimi:  "El yahşi biz yaman” ya da "El buğday biz saman." Demek isteniyor ki:  "El, bizden üstün tutuluyor."

AHFES'İN KEÇİSİ: Doğrudan açıklamaya girişeyim:    Ahfeş adında bir çömez,  öğrendiği dersi bir arkadaşına anlatıp, onun doğrulamasını almadan edemezmiş.

Arkadaşları bundan bıkınca, bizim adam, bir gün pazardan bir keçi almış. Yolda bir ağaç gölgesinde oturduklarında, Ahfeş okudukça keçi kafasını sallamaya başlamış. Bundan sonra bizim Ahfeş, öğrendiklerini keçiye anlatır olmuş.

PEŞİNDEN GİTMEK: "Bu oğlan,  şu kızın peşinden gidiyor" deyince,  "kızın önünden gidiyor" demiş oluyoruz.  Zira "peş",  ön demek:  Peşin ödeme, peşinat,   peşkir,  peştetnal vb...   (Düşünün bakalım...)

DİLE PELESENK OLMAK:   Çoğumuz çokça kullanırız da,  şu "pelesenk" neyin nesi,  bilen var mı?

El cevap: Pelesenk, Kızıl Denizin Afrika ve Asya kıyılarında yetişen bir ağaçtır: "Commiphora opobalsam."   Çeşitli renkteki kerestesi kıymetli bir ağaç. Reçinesi yapışkan.

"FAKİRE TEZEK: Biliyorsunuz; tezek,  ağaçsız bıraktığımız soğuk yörelerimizde köylünün,  mayısı (hayvan dışkısını) duvara yapıştırıp kurutarak kışın yaktığı,  kalorisi düşük yakacak. 

Bununla ilgili halk sözü: “Fakir tezek yakmaya kalksa ya tezeğe zam yaparlar ya da hayvanin kıçına sayaç takarlar." İyisi mi,  gübreyi tezek olarak değil, gübre (halk diliyle samra)  olarak kullanmalı…

YUKARI AŞAĞI; Halikarnaa Balıkçısı (ve çağdaşları),  "Aşağı yukarı" değil,  "yukarı aşağı" derler(di). Düşünelim bir: "Tepeden tırnağa dediğimize göre,  acaba "yukarı aşağı" diyenler mi haklı acaba? ENİNDE SONUNDA : Kardeşim,  bir şeyin "en"i varsa,  "boy"u vardır.  Öyleyse bu sözün doğrusunun "Önünde sonunda” olması gerekmez mi?

Sözü burda kesmem gerekir mi? Peki; yazacak daha çok yanlış var;

yazdıklarım ne ki...

YAZARIN DİĞER YAZILARI