GMK Atatürk / Şadan Gökovalı yazdı...
Yalnız 10 Kasım'larda değil, her gün anıyor, anıyoruz; “En Büyük Türk” Atatürk'ü.
Tarihin, yetiştirmekte pek cömert davranmadığı dünya ölçüsünde bir dahiydi o. Öyle işler başarmıştı ki; İşveç diline “Atatürk gibi yapmak” deyimini sokmuştu.
Uluslararası ölçüde öylesine değer ve saygınlık kazanmıştı ki; Bulgar basını şöyle esenlemişti bu insanı: “Atatürk öldükten sonra, dünya artık eskisi kadar enteresan değildir.”
Beni en çok etkileyen yorumlardan birisini, İtalyan radyosu spikeri yapmıştı: “İskender, Sezar, Napolyon ayağa kalkın: Büyüğünüz geliyor!”
İkisi de rahmete kavuşmuş olan meslek kardeşlerim Kaya Çelikkanat ve Orhan İlhan'la 1981'de yazdığımız “Atatürk ve İzmir” kitabımızın sonunda yazıldığı gibi, Atatürk'le ilgili 200'ü aşkın kitap var dağarımda. Bana, “bu kaynakların başlıcalarını say” deseniz, hiç düşünmeden şunları yazarım:
- Büyük Nutuk, Tek Adam (Şevket Süreyya Aydemir),
- Özleyiş” (Ruşen Eşref Ünaydın),
- Atatürk Kronolojisi (Godhard Joske ve Utkan Kocatürk'ün kitapları),
- Atatürk'ün Nöbet Defteri (Derleyen Özel Şahingiray),
- Fikrimizin Rehberi” (Erol Mütercimler).
Bunların arasına hakkıyla girecek bir kitap okurlarıyla buluştu: Yılmaz Özdil imzalı “M. Kemal”.
Folklörümüzde “Usta malı çalıp çığıtmak” diye çok anlamlı bir deyim vardır. Bazı saz ve türkü erbabı, kendi deyişlerinin yanı sıra hocalarının eserlerinden örnekler de verir.
Ben bugün, bunun tersini yapacağım. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğrencim olmasıyla övündüğüm Yılmaz Özdil'in daha iyisi kolay yazılmayacak olan başyapıtının sayfaları arasında kısa bir geziye çıkaracağım sizi.
Kurduğu Cumhuriyet'in ilk günü, Cumhuriyet'in ilk başkanına yazdığı mektubu şu tümceyle bitiriyordu:
“Çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız. Bu görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun.” (s.158)
“Bigalı Mehmet Çavuş, Seddülbahir'de vuruşuyordu. Mermisi bitince tüfeğini kırarak İngilizlere fırlatmıştı. Tüfek parçası kalmayınca, taş fırlatarak mücadele etmişti. İstihkam küreğiyle saldırmıştı. Başından ciddi şekilde yaralanmıştı, avuçları paramparçaydı ama, İngilizleri püskürtmeyi başarmıştı... Mustafa Kemal tarafından madalya sahibi yapılan, memlekete tanıtılan Mehmet Çavuş, “Mehmetçik” kavramının isim babası oldu.” (s.66)
Mustafa Kemal'in çoğumuzun dikkatinden kaçmış olduğuna inandığım bir ileriyi görüşünü gözler önüne seriyor Yılmaz. Vatanın kurtarıcısı, Cumhuriyet'in kurucusu, başkentin yerini seçiş nedenini şöyle açıklamıştı:
“Selçuklu idaresinin bölünmesi üzerine Anadolu'da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken, Ankara Cumhuriyeti'ni görmüştüm. Beni, Türkiye'nin en münasip merkezinin Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile budur.” (s.98)
Paşamız, İstanbul'dan Samsun üzeri Anadolu içlerine yürürken, Hacı Bektaş'a uğramış; ayrıca Hacı Bayram-ı Veli'nin sanki bugün söylenmiş gibi taze nasihatlerinden etkilenmişti:
“Kin, herçekleri gören gözleri kör eder... Konuşurken gürlemeyiniz, bağırıp çağırmayınız. Cahillerden uzak durunuz. İlim sahiplerine hürmet ediniz. Hakikati söylemekten korkmayınız. Öfke ve hiddet, düşünmeyi daraltır, insanı yanıltır. (s.121)
Viyanalı kadın müzik öğretmeni Leopoldine König'in, Mustafa Kemal için marş bestelediğini ben Yılmaz'ın kitabından öğrendim:
“Mustafa Kemal Paşa / Çarptı şiddetle / Dağıttı düşman sürülerini. Onu Tanrı göndermişti / Savaşı kazanmak için / Güzel yurduna barış getirmek için.” (s.150)
Yılmaz Özdil'in “M. Kemal”ini okurken, onun niçin yarınlara kalacak üç Türk'ten biri (ötekiler Nasreddin Hoca ile Nazım Hikmet) olduğunu anlıyorsunuz. Hele onun, insan ve özellikle çocuk ruhunu anlayışına hayran kalmamak olası değil. Bunun bir çok örneğini biliyoruz. Söz gelimi, o kutsal 10 Eylül 1922'de, muzaffer başkomutan olarak geldiği İzmir'de, bir koçun kurban edileceğini görünce: Aman kesmesinler, diye bağırması unutulur mu?
Sevgili Yılmaz, Atatürk'ün hayvan sevgisini ve çocuk ruhunu ne kadar iyi anlayıp, ona göre davrandığını kanıtlayan ilginç bit anektod saptamış:
Minik Ülkü'yü İstanbul'da otomobille gezdirirken, koyun sürüsüne denk geldiler. Ülkü kuzuları gördü, birini alalım diye tutturdu.
Aldılar, Dolmabahçe'ye getirdiler.
Başlarına iş açmış oldular...
Çünkü Ülkü, kuzusundan bir saniye olsun ayrılmıyordu. Yemeğe kuzuyla iniyor, yatak odasında kuzusuyla yatıyordu, çalışma odasında, kütüphanede, hatta makam otomobillerin içindeydi.
Minik kızın kalbini kırmadan çözüm bulunması gerekiyordu. Mustafa Kemal, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'yı çağırdı, kulağına bir şeyler söyledi. Ertesi sabah... Ülkü ve kuzusunu alarak Ege vapura bindiler... Şükrü Kaya tarafından karşılandılar. Şükrü Kaya'nın kucağında minik bir kuzu vardı!
Mustafa Kemal, hiç haberi yokmuş gibi, “a-sa nedir bu?” diye sordu. Şükrü Kaya, hiç bozuntuya vermeden, “Ülkü'nün kuzusu gibi minik kuzuları burada topluyoruz, arkadaşlarıyla birlikte oynuyorlar, arkadaşlarıyla birlikte neşeyle büyüyorlar, yalnız kalınca ölüyorlar, isterseniz Ülkü'nün kuzusunu da buraya bırakın” dedi.
Mustafa Kemal gene sanki hiç haberi yokmuş gibi “olmaz öyle şey, benim kızım kuzusundan ayrılmaz, veremeyiz” derken... Sohbete dikkat kesilen Ülkü, çocuksu heyecanla müdahale etti, “bırakalım, kuzum ölmesin” diye bağırdı.
Operasyon tamamdı.
Yılmaz Özdil, Atatürk'ümüzün sıra dışı yaşamının kilometre taşlarını, sanki gözünün önünde cereyan ediyormuş gibi anlatmış.
Exupery, Küçük Prens'e söyletir ya: Ehlileştirdiğim şeyden sorumluyum...
Ben de, başta Yılmaz Özdil olmak üzere, 40 yıl önceki öğrencilerimizin bile etkinliklerini izler; yeri geldikçe tebrik eder, varsa eksikliklerini söylerim. “M. Kemal” konusunda Yılmaz'a bu konuda benim bildiğim bazı anektodları hatırlatayım. Cervantes'in dediği gibi; “insan eğitimle doğmaz ama, eğitimle büyür. Eğitim, yaşam boyu devam eden bir süreç (vetire).
Bu 10 Kasım'da “ah, vah!” etmektense, bir öğrencimin baş yapıtı konusundaki gurur ve sevincimi sizinle üleşmek istedim; Yılmaz'ın başarılarının artarak sürmesi dileğimle...