Soğan ve Sarımsak
“Sağım sarımsak, solum soğan”
Kokubilimcilere göre soğan (Allium capa) ve sarımsak (Allium sativum) adları anılınca, insanın burnuna bu iki bitkinin kokusu gelirmiş. Halk kültürümüzde bu iki toprak ürününe ilişkin sayısız söz, şiir, fikra ve söylence vardır. Özellikle sarımsağın insan sağlığı açısından önemi anlatıla anlatıla bitirilemez.
Karacabey yöresinden geçilirken, yolun iki yanında sarı ve kırmızı jüt çuvallar dolusu ürün görülür. Dikkan edin; sarılarda patates, kırmızılarda soğan vardır. Tersi olursa, fazla satış yapılmıyor.
Sarımsak adı anılınca, Kastamonu'nun Taşköprüsü ilçesi rakipsiz. Bir tur rehberi, oradan geçerken yolculara bundan söz etmiş. Orada kısa bir mola (!) vermiş. Milleti bir saate yakın zamanda zorla otobüse bindirebilmiş. Ama nasıl? Her birisi elinde birer ikişer kg. sarımsak poşetiyle, 10 günlük turdan bir o kadar sonra bile otobüsten bu nesnenin kokusu gitmemiş. Türk halkı boşuna mı söylemiş: “Sarımsağı gelin etmişler, yedi yıl kokusu çıkmamış...”
Son yılların moda “Çin sarımsağı”nı yazımız dışında bırakıyorum. Bu arada, Muğla'nın Ula ilçesinin hakkını yemeyelim. Pirimiz Üstadımız Evliya Çelebi, Ula sarımsağından övgüyle söz eder ve buradan Rodos'a her yıl külliyetli miktarda sarımsak ve üzüm ihraç edildiğini yazar.
Uzatın gözünüzü; bu iki doğa harikasına biraz daha yakından bakalım:
Soğan: “Zambakgillerden, yemeklere tad vermek için yumrusu ve yeşil yaprakları kullanılan güzel kokulu bitki.”
Genel açısından bakıldığında soğan; içinde barındırdığı kükürt, lif, B ve C vitaminleri bakımından oldukça zengin besin kaynağı. Her gün bir baş kuru soğan, kanserden kalbe, sindirimden vücut ağrılarına, gripten kemik erimesine kadar bir çok hastalık ve rahatsızlığa iyi gelir. Bunlara damar tıkanıklığı ve akciğer detoksu için yararı da eklenebilir. Ünlü kelamdır: Bir Anadolu köylüsü, “Padişah olsam, sadece soğanın cücüğünü yerdim” demiş...
Türk halk biliminde, soğanın nasıl yenilmesi gerektiğine ilişkin bir mesel:
“Ağanın birisi, vereceği bir besinle bir ay çalışabilecek çobana, istediği ücreti vereceğini ilan etmiş. Adaylara yalnızca soğan ile ekmek veriyormuş. Hiçbir aday, bir ayın sonuna kadar dayanamayıp, bu işten vaz geçiyormuş. Günün birinde -sizin gibi- uyanık bir göreve talip olmuş. İlk gün, ekmeğin yanında katık olarak soğanın dış kabuklarından sonra zarını da ayıklamaya başlamış. Bunu gören cingöz Ağa:
Anladım kardeşim, demiş, “sen meselenin farkındasın!”
Sarımsak: “Zambakgillerden, 25-100 santimetre yüksekliğinde, yaprakların da, saplarında ve toprak altındaki soğanında kokulu yağ bulunan bir kültür bitkisi.”
(Yazımın burasında, bir gülümseyiş geldi oturdu yüzüme. Nedenine gelince: İlkokul 3. ve 4. sınıfları Ula'da okurken, okuldan kaldığım eve dönüşte, bir bahçeden geçerdim. Geçerken de birkaç sarımsak yaprağı koparıp ağzıma atardım. Bahçenin sahibi babama, “oğlun sarımsağımızı komadı!” diye haber salmış. Babam da adama, Gökova'dan iki çuval sarımsak göndermişti...)
Her bitkinin bir varoluş nedeni, bir şeylere faydası vardır ama, sarımsak kadar binbir derde deva olarak gösterilen başka bir bitki olmasa gerek.
Kalp dostu olarak bilinen sarımsağın tıbbi açıdan en çok, enfeksiyonları iyileştirmede yararı vardır. Koslu (İstanköy) Hipokrates ile Bergamalı Hekim Galen'den bu yana sarımsağın birçok hastalık ve rahatsızlıkların sağaltılmasında kullanıldığını biliyoruz. Daha eskiye gidecek olursak; Mısır piramitlerinin (Keops, Kefren, Mikerinos) yapımında çalışan on binlerce işçiye kuru ekmeğin yanında sadece kuru soğan ve sarımsak veriliyordu. Dahası; antik çağda olimpiyadlara katılan sporcuların da yarışmaları öncesi sarımsak yedikleri tarihte kayıtlıdır. Şunu da biliyoruz: Eski ve orta çağlarda, manastır bahçelerinde sarımsak yetiştiriliyor; bu gizemli sebze cin, cadı ve hortlakların uzaklaştırılmasında kullanılıyordu!
Gelsin bir öykü:
Padişahın biri, bir gün tutturmuş:
Ben ülkemin topraklarını görmek istiyorum!
Padişah sözü yerde mi kalır? Çıkarmışlar onu saraydan. Daha birkaç yüz metre gitmeden sormaya başlamış:
Burası benim mi?
Senin sultanım.
Biraz daha gidince:
Burası da mı benim mülküm?
Elbette padişahım.
Az daha ileride:
Ya burası?
Orası da zat-ı elinizin... Başka kimin olacak? Orası burası, ötesi berisi, hepimizin derisi senin. Padişah efendi, olasılıkla taht-ı ravan (yürüyen taht) üzerinde gezdirilirken bir sahile gelmişler. Orada birkaç balıkçı, denizden ağ çekiyor. Padişah, ilk kez görüyor ya:
Bu kullarım ne yapıyor?
Denizden ağ çekiyorlar devletim.
Neden ki?
Balık tutmak için efendimiz hazretleri.
Çok balık çıkar mı ?
Nasip kısmet ulu hakanımız.
Öyleyse bir de benim kısmetime atsınlar!...
Padişah lafı lafta mı kalacak? Atmışlar ağı. Bir süre sonra çektiklerinde ne çıksa beğenirsiniz? Dünya güzeli bir Deniz kızı.
Konuş bre Allah'ın yaratığı.
Cevap yok.
Koca ülkeyi dolandırmışlar; hani Deniz kızının dilini çözen çıkar mı diye...
Hiçbir söze karşılık vermemiş. Ama üç yerde üç kez gülmüş.
Bunu öğrenen padişah:
Bre garip yaratık. Hiç olmazsa nerede niçin güldüğünü açıkla!
Deniz kızının dili çözülmüş:
Üç yerde üç şey için güldüm. İlk olarak, bir adam, sağlık için zararlı olan soğanı okka ile satıyordu, ona güldüm. İkincisi, bir adam, insan sağlığı için çok yararlı olan sarımsağı kelle (ya da diş) hesabıyla satıyordu, ona güldüm. Hele bir gafil gördüm ki; gaipten haber verdiğini söylüyordu. Oysa, dünyanın en büyük hazinesi onun evinin altında gömülü...
Doğru tahmin ettiniz: Padişah, o hazineyi buldurup ülkesine okullar, hastaneler falan yaptırmış...