Yıllardır köy köy, kasaba kasaba dolaşır; insanlarla, yaratılışa ve yaşama ilişkin söyleşirdi. Ancak içine giderek artan bir umutsuzluk uğunuyordu. Artık söyleşilerden haz almıyordu.
Geceler boyu kin, dedikodu, tembellik, aldatma, hırs, kıskançlık. hangi zaaf üzerine konuşulursa konuşulsun; söyleşiler insanlara huzuru, sevgiyi, hoşgörüyü, barışı getirmiyordu. Anlıyordu ki akıl doğruyu düşünüyor; gönül doğruya inanıyor, dil doğruyu söylüyor; ama eylem tersi oluyordu.
İnsanlar için vazgeçilmezin yolu, hep kendi çıkarlarından geçiyordu. Çocukluktan ilk gençliğe, yetişkinliğe genlerindeki bu özelliği büyüterek geçiyorlardı. Çıkarlar için umut, susmayan çığırtkandı. Bu, öylesine güçlüydü ki bir küçük yelde, yerle bir olabilecek binaların, en şiddetli depremlere bile dayanabileceğini; dere yataklarına yapılan konutları sel basmayacağını, freni olmayan arabaların gerektiğinde durabileceğini, paslı raylar üstünde hızlı trenlerin çalışabileceğini, on - on beş bin öğrencinin kazanacağı sınavları, milyonlarca öğrencinin kazanabileceğini umut ediyorlardı.
Sözlerinin arasına "inşallah, Allah'ın izniyle, Allah'tan umut kesilmez!" dileklerini ne kadar çok yerleştirirlerse bu umutlarının o kadar çabuk gerçekleşeceğini umuyorlardı.
Herkes, bir şekilde, bir umuda bağlanıyordu bağlanmasına; ama umutlar, çoğu zaman da birbirine ayak bağı oluyordu. Pamuk üreticisi, dağ başında oluşan bir buluttan yağmur umarken, testi ustası, yaprakları titreten esintiden, bulutu dağıtmasını umuyordu. Herkes bir arada yaşamaktan, bir şeyleri paylaşmaktan söz ediyor; ama bunun vazgeçilmez koşulu olarak, kendi umudun
gerçekleşmesini ileri sürüyordu. Kendi umudu için başkalarının umudunu yerle bir etmekte hiçbir sakınca görmeyen bu insanlar, birlikteliğe ve ortaklaşa yaşama dair bir sürü kitaplar bile yazabiliyorlardı.
Derviş, son gecesini, geçmişi çalıya serip bugünü çakallara yediren böyle bir umut köyünde geçirmişti. İnsanlar, sabahın ilk ışıklarına dek süren bu söyleşiden edindikleri çuvallar dolusu yeni umutlarla evlerine dönerken o, yine ne aradığını ve ne verdiğini bilememenin sıkıntısıyla yollara düştü. Saatlerce yürüdü. Karşısına çıkan köylere uğramak istemiyordu. Çevresindeki her şey bildiği şeylerdi: Gülse gül, dikense diken, kuzuysa kuzu, kurtsa kurt. İnsanlar da bildiği insanlardı işte: Dünyaya kendi kabuklarından bakan ve kafalarını yalnız kendi gereksinimleri için kabuğundan çıkaran "Ben" kaplumbağaları.
Susamış mıydı, yoksa öyle mi istemişti, bilinmez, ana yoldan çıktı, az ötedeki ulu ceviz ağacının dibindeki pınarın başına vardı. Öylece durup bir süre suyu seyretti. Su gri kum tanelerini serpeleye serpeleye yüze çıkıyor, küçük bir göl oluşturuyor, sonra aşağılara başka pınarların, derelerin, ırmakların sularıyla birleşerek denizlere ulaşmak için yola koyuluyordu.
Su dupduruydu. Kim bilir, yeryüzünün kaç katman ve kaç çeşit toprağından süzülmüş, kaç karanlık ırmağın dehlizlerinde başını kayalara çarpa çapa olgunlaşarak bulmuştu ışığını.
Ne demişti postnişin ona:
"Sevinç, ödünç alınabilir, ama acı, ancak yaşanarak öğrenilir. Bu yüzden sevinçlerden kuşku duyalım; ama acılarımızdan asla."
"Su olmalı, kayaların imbiğinden süzülmeli. Buluşup birleşmeden damla pınar olmaz. Pınar pınarla buluşmazsa dere, dere dereyle buluşmazsa.
"Birken çok olmayı nardan öğrenmeli insan."
Kar yağmıştır geceden. Dallar yükünü almıştır iyice. Ova bayır kar. Bir de güneş açmıştır. Baktığın an gözünü kar alır. Ya geri döneceksin ya tutunacaksın ona. Oysa onun gözünü de almıştır kar. İşte şimdi, ikiniz de gereklisiniz birbirinize. Sıkı mı sıkı tutunarak yürürsünüz. Böylece düşme olasılığınız azalır. Ancak bir süre sonra yorulursunuz, adımlarınız uyumunu yitirir. Çok sürmez bu sallanmalar. Düşersiniz. İkiniz de savrulursunuz karlarda. Bir yerleriniz incinmiş de olabilir. İşte o an gözleriniz ilişir birbirine. Ya elinizi uzatır; kaldırırsınız birbirinizi ya da ikinizin de birbirinizi düşürdüğünüzü bile bile, niye düşürdün beni, diye söylenirsiniz. O an her şeyin başladığı andır. Eğer elinizi uzatmışsanız, birbirinize tutunarak ayağa kalmayı öğrenmişsinizdir. Artık daha sıkı sarılırsınız birbirinize. Aklınız aklı olur, yüreği yüreğiniz. Adımlarınız daha uyumludur, Gözleriniz daha keskin. Kolay kolay düşmezsiniz bir daha; düşseniz de aldırmazsınız. Çünkü en güzel deneyiminiz hazırdır: Birlikte ayağa kalkmak.
"Göz pınarlarında birer damla yaş oluştu.
Aynı acının damlalarının kendi yollarından süzülüp gitmesini sorguladı.
Eğildi; rükuya varır gibi. Diz çöktü secde eder gibi. Ellerini açıp iki avuç dolusu su aldı; kaldırdı, miraca yükselir gibi. Dudağı suya değdiği an suda bir yüz gördü; ürktü.
Ne zaman böyle kör olmuştu gözleri, nicedir böyle iğrençti yüzü?
Avuçlarını ayırır ayırmaz sular, çenesinden boynuna; oradan göğsüne süzüldü. Eğilip suya daha bir dikkatli baktı. Bu kez suda ay parçası gibi bir kız gördü. Suretleri buluştu sandı birden. Aklı başından gitti. İki adım geri çekilince mermer duvar üstünde bekleyen gençle kızı gördü. O iki canı fark edemediğinden mi, kızın güzelliğinden mi aklı başından gitti bilinmez, kendini yana attı.
Genç kız, derviş kendilerine su sırası verdi sanıp başını eğdi, selamladı saygıyla onu. Sonra taş duvarı dolanıp suya indi. Eğilip iki avucuyla su aldı. Getirip gencin dudaklarına tuttu. Genç, kana kana içti. Kız eğilip o narin elleriyle birkaç kez daha su verdi gence. Genç, yeter anlamında gülümsedi. Kız bu kez eğilip bir avuç daha su aldı ve yüzünü usulca yıkadı gencin. Kızın elleri öylesine şefkatliydi ki derviş, bu ellerin kör ve çirkin bir adamın dudaklarında, yüzünde sevgiyle dolaşmasına şaştı.
Kız, kör genci bir taş üstüne oturttu özenle. Sonra suya kapanıp kuzular gibi içti içti.
Delikanlı :
- Dervişim, dedi. Ayakta kaldınız, lütfen siz de bir taş bulup oturunuz.
Derviş, bir şey demeden, delikanlının karşısında toprağa diz çöküp oturdu. Yanlış görmüş olmak umuduyla kaşlarının altından delikanlıya baktı. Öylesine çirkindi ki yüzü, dayanamadı başını öne eğdi. Gencin iki gözü de yuvalarından fırlamış iki gök mavisi top gibiydi. Yüzü yıllarca ringlerde dayak yemiş bir boksör yüzüne, kulakları minderde sürtüle sürtüle kevgire dönmüş güreşçi kulaklarına benziyordu.
Bir süre öyle kaldı; ama utandı kendisinden. Kaldırıp başını güzel bir yüze bakar gibi baktı delikanlıya.
Delikanlı;
- Gözlerimin görmediğini görüp benim, sizin derviş olduğunuzu nasıl anladığımı merak etmiş olmalısınız, dedi.
Derviş:
- İçimden geçirdim; ama o güzel kızın, size benim bir derviş olduğumu söylemiş olabileceğini düşündüm.
Delikanlı gülümsedi.
- O, dilsizdir. Sizin derviş olduğunuzu söyleyemez. Kaldı ki o, kim derviştir, kim değildir bilmez, dedi.
- Peki öyleyse nasıl bildin, diye sordu bu kez derviş.
- Biz sizinle elli adım gerideki üç yol ağzında karşılaştık. Siz kavşağa sağdan girerken biz de soldan giriyorduk. Önce nefesinizi duydum. Durup dinledim. Adımlarınız genç adımlarıydı; ancak uzun bir asa kullanıyordunuz. Sorunlarınız ve sorularınız çoktu anlaşılan. Öyle dalgındınız ki bizi görmediniz. Sevgilim, sakallarımı okşadı, Uzun ve eski bir hırkanız olduğunu anlattı. İşte o zaman sizin madde âleminden mana âlemine göç etmiş biri olduğunuzu anladım.
Derviş; birbirini tamamlayan gözlerin ve dillerin gücünü hücrelerinde hissetti. Aradığı kalbi bulduğunu düşündü.