SANA DÜN BİR TEPEDEN BAKTIM AZİZ İSTANBUL!
GÖRMEDİM GEZMEDİĞİM, SEVMEDİĞİM HİÇ BİR YER.
ÖMRÜM OLDUKÇA, GÖNÜL TAHTIMA KEYFİNCE KURUL!
SADE BİR RESMİNİ SEVMEK BİLE BİR ÖMRE DEĞER. Y.K.B.
Değerli okuyucular, bizim Nurican GÜNGÖR TUR, ne yaptı etti bizi yine alıp götürdü buralardan bu kış ortasında. Biz de zaten hareketsizlikten yerimizde paslanmış biraz da bunalmıştık. Konu İstanbul olunca bu fırsatı kaçırmayalım istedik. 17 Ocak Cuma günü gecenin 21.30' unda Köyceğiz' den otobüsümüze doluşarak bütün gece yol aldık ve ertesi sabaha karşı zifiri karanlık ve bir o kadar da sis içinde önce Orhangazi Tünelini, sonra da Osmangazi Köprüsünü geçerek 06.00 suları Gebze'ye vardığımızda daha ortalık ağarmamıştı. Burada bir kahvaltıdan sonra yolumuza devam ettik ve 07.00' da Avrupa yakasında Sultan Ahmet' te Hipodrom Meydanındaydık. Ama hala hava karanlıktı ve Sultan Ahmet Camiinin minareleri zor-zar seçilebiliyordu. Öncelikle yanı başımızdaki Alman Çeşmesi hakkında kısa bir bilgi aldık: Bu çeşme 1. Ahmet Türbesinin karşısında yer alıyordu. Alman İmparatoru 2. Wilhelm' in Sultan 2. Abdülhamit' e ve İstanbul' a hediyesiydi. Almanya' da yapılıp buradaki yerine monte edilmişti. Sonra da hemen yakınındaki üç yılanın birbirine sarıldığı Burmalı Sütunu gördük. Bu yılanların da başları yoktu, bir tanesinin başının İstanbul Arkeoloji müzesinde olduğunu rehberimiz söyledi. Onu da geçerek Mısır' dan buraya M.S. 390' lı yıllarda getirilerek dikilen DİKİLİTAŞ(OBELİSK) i görüp inceledik. Bu arada bunun karşısında bir başka sütun daha dikiliyordu ve sütun yığma taştan yapılmıştı. Ortalık biraz aydınlanınca Sultanahmet' e geçtik ve bu muhteşem camiyi galoşlarımızı giyerek gezdik. Oradan çıkarak Ayasofya' yı sollayıp Osmanlı' nın en muhteşem eserlerinden TOPKAPI MÜZESİ' ne girdik. Burayı da büyük hayranlıkla dolaşıp kendimizi dışarıya zor attık. Artık ortalık iyice ışımış ve İstanbul güne uyanmış, grup grup yerli/yabancı turlar kapılar önünde uzun kuyruklar oluşturmuştu. Dönüşte Ayasofya' ya geldik ve yine galoşlarımızı giyerek alt kattan camiye çevrilen kısma girdik ve pırıl pırıl kırmızı halılar üzerinde çıplak ayakla yürüyerek ışık seli içindeki camiyi başımızı kubbesine dikerek gezdik gezdik. Biz camiye alt kattan girmiştik ve üst katlara giremiyorduk. Üst katlar henüz daha çok kilise özelliğini ve görüntüsünü taşıyordu ve yabancılar arka taraftan girerek tavana yakın melek görüntüleri ile süslenmiş kısımları daha yakından izleyebiliyorlardı. Buradan çıkınca da biraz yürüyerek hemen yakındaki YEREBATAN SARNICI' na yöneldik. Burada da yine uzun kuyruklar vardı. Ara tatili nedeniyle öğrenciler, öğretmenler indirimli, çocuklar ve bizim gibi moruklar ücretsiz girebiliyorlardı. Güç bela bir bilet alıp girdiğimizde merdivenler bizi yerin dibine doğru çekmeye başladı. Ayaklarımız yere bastığında pırıl pırıl, şıkır şıkır suların lambaların ışığında dalgalanıp parıldadığını görebildik. Yüzlerce sütunun arasında ziyaretçiler için gözenekli tellerden yollar yapılmış ve her bir yöne doğru insanları taşıyordu. Bu sarnıç, suyollarından ve yağmurdan elde edilen suyu, imparatorların oturduğu Büyük Saray ve çevresindeki yalılara dağıtarak yüzlerce yıl şehrin su ihtiyacını karşılayan YEREBATAN SARNICI' na tarihi suyollarından biri olan Hadrianus isale hattından da su sağlanmış. Buradaki MEDUSA' nın başının ters durduğu görülür. Buna neden olarak da Perseus Medusa' nın büyülendiğini düşünerek başını keser ve kesik başı eline alarak savaşlara katılır. Bu başı görenler taş kesilir ve Perseus savaşları kazanır. Bu olaydan sonra Medusa' nın eski Bizans' ta kılıç kabzalarına ve sütun kaidelerine ters ve yan olarak işlendiği söylenmektedir. Yer altında yeterince kaldıktan sonra kendimize bir çıkış buluyor ve gün ışığına çıkıyoruz.
Buradan çıkınca da pek uzak olmayan İstanbul Arkeoloji Müzesine doğru yürüyoruz, Şükür ki, tüm bu gezdiğimiz yerler hep yürüme mesafesinde. Her müzede, her tarihi binada girişte büyük bir sıra kuyruğu ve bilet tantanası zamanımızı alıyor. Özellikle Müze kartlarında büyük sorun yaşanıyor, alınan Müze kartının internet yoluyla onaylanması gerekiyor. Sanki başka yerlerde insan kalmamış ve bütün insanlar bir şekilde İstanbul' a taşınmış. Hipodrom Meydanında bir büfeciye yarım litrelik suyun fiyatını soruyorsunuz ve "50 lira" fiyatı duyunca neredeyse dudaklarınız uçukluyor. Ama elli metre ilerine bir başka gariban büfeye sorduğunuzda bu kez de "10 lira" fiyat karşısında hayretler içerisinde kalıyorsunuz. Su satan amcaya "Amca sen cennetliksin be yaaa!!" demekten kendinizi alamıyorsunuz. Genelde yarımlık su 15 liradan satılıyor İstanbul' da... Bu arada HİPODROM dedik de ortalarda hipodrom falan yok. Her yer dümdüz pırıl pırıl döşeme taşlarıyla döşenmiş halka hizmet veriyor. Burası şu an Sultanahmet Meydanı, İstanbul Fatih ilçesinin Bin bir direk Mahallesinde bulunan tarihi bir meydan. Bizans İmparatorluğu döneminde Konstantinos Dönemindeki adı Hipodrom. Osmanlı İmparatorluğu zamanında ise ATMEYDANI olarak adlandırılmış. HİPODROM, tarihte ilk olarak Antik Yunan ve Roma Medeniyetlerinde görülen atlı sporların yapıldığı stadyum, koşu yolu. Geçmişte hem at hem de atlı araba yarışları yapılırmış. Dönemin kralları, soyluları da evlerinin, köşklerinin balkonundan bu yarışları izlerlermiş. Rehberimizin anlattığına göre aslında eski hipodrum bu günkü düzeyinden beş-altı metre daha derindeymiş, zamanla doldurularak bu günkü düzeye gelmiş. Bunca insana, bunca kalabalığa karşın gezip dolaştığımız her yerde bir temizlik, bir titizlik, bir rehavet görüyoruz. Böyle büyük (milyonların kaynaştığı) bir şehirde ortamı bu kadar temiz ve düzenli tutabilmek büyük başarı doğrusu, işte MEDENİYET dediğin kavram böyle bir şey.
Sonunda İstanbul Arkeoloji Müzesine duhul eyleyebiliyoruz. Ancak bu kadar ünlü, bu kadar büyük, böyle devasa heykellerle tezeyyün edilmiş müzede tek bir fotoğraf kare bile fotoğra çekemiyoruz. Zira makinamızın ekranındaki "Hafıza kartınızda bir sorun" uyarısı nedeniyle makinamız devre dışı. Bu kadar güzel ve ünlü müzedeki heykelleri büyük bir düş kırıklığı içinde, boynu bükük, başımız önde terk ediyoruz. Artık öğle sonu olmuş ve karnımız acıkmıştır. Sultanahmet Meydanındaki bir köfteciye giriyor ve birer köfte söylüyoruz. Çıkarken de beyaz önlüklü ve beyaz başlıklı tonton amcaya "Ya amca, senin köftelerin mi çok tatlı, yoksa biz mi çok acıkmışız.?!" diyerek şakalaşmak zorunda kalıyoruz. Amca gülümseyerek bize kırk yıllık köfteci olduğunu söylüyor. Buradan yürüyerek MISIRÇARŞI' sına gideceğimizi öğrenince içimde bir güneş parlıyor ve gözlerim ışıyor. Çünkü burada fotoğraf makinası dükkanlarının cirit attığı DOĞUBANK İŞ HANI var. Derken işte bir fotoğrafçı dükkanı. Hemen içeriye dalıyor ve dükkân sahibine DOĞUBANK' ı ve HAYYAM PASAJI' nı soruyorum. Neden sorduğumu sorunca da elimdeki makinayı gösteriyor ve bir sorun olduğunu söylüyorum. "Adam, bir bakabilir miyim?" diyerek elimdeki makinayı alıyor ve bir-iki yerine bakarak kontrol ediyor. Üzerindeki yönlendirme aparatlarından biri kapanmış mı, açılmış mı, yoksa kaymış mı. Adam onu yerine getirdikten sonra bir deneme çekimi yapıyor ve "Bunda bir şey yok, şıkır şıkın çalışıyor!"" diyor. Bendeki sevincin tarifi yok. Dükkan sahibine binlerce teşekkür edip elini sıkıyor ve dükkandan ayrılıyoruz. Şimdi bizimkileri nasıl bulmalı?... Gerçi onlar Mısır Çarşısına gittiler ama Mısır Çarşısı bizim Köyceğiz' deki bir AVM değil ki, ha deyince bulasın. Neyse Hanımla Mısır'ın çarşıları kadar kalabalık bir insan güruhu içindeki MISIR ÇARŞISI' na ortalardan dalıyoruz. İnsanlardan sıyrılıp yürümeye çalışırken bizim gruptan bir-iki kişiye rastlıyoruz. Yeni Cami' nin merdivenlerinde buluşacağımızı söylüyor arkadaşlar. Artık akşam vaktidir ve Eminönü, Sirkeci, Galata Köprüsü' nün insan kaynadığı zamandır. Hanımla kendimizi güç-bela Caminin merdivenlerine atıyoruz. Ayaklarımız, bizim ayaklar değil, bize küsmüşler ve istifalarını vermişler, soğuktan titrer haldeyiz. Merdivenlerin taşlarına oturmaya kalksak taşlar neredeyse mabadımıza yapışacak. Batıda inmiş ve gitmek üzere olan güneşten bir parça bulup yararlanmaya çalışıyoruz ama onun da kendisine bile faydası yok, ola ki bize olsun. Merdivenlerin önünde güvercinler sürü sürü, takla/makla. kendilerine buğday atanların başında bir konup bir kalkıyorlar.. Arkadaşları beklerken Sıkışmışız ve tuvalet soruyoruz. Hemen 50 metre kadar ileride bir yeri işaret ediyorlar. Oraya vardığımızda inen ve çıkan merdivenlerindeki insan kalabalığını görünce tepkilimiz şaşıyor. İnsanlar bir birini itip kakarak tuvalet kuyruğunda ilerlemeye çalışıyor, içeriye ulaşabilen işini görüyor. Allahtan tuvalet sekiz lira, Uludağ daki gibi kırk(40) lira değil. Sonunda saat geliyor ve otobüsümüze doluşarak ESENLER' deki GOLDEN WAY adlı otelimize doğru yol alıyoruz. Akşam trafiği ve sonunda otelimizdeki temizlik ve dinlence. Çünkü gün boyunca koşturmaktan her yanımız dökülüyor. Ertesi sabaha kadar bizde hatlar kesik, yokuz.
NOT: Yazımızın sonuna iki de fotoğraf koyuyoruz.