Artık batmakta olan koskoca 'Osmanlı' gemisini, yetersiz ve yeteneksiz 'Saray' yönetimine rağmen kurtarmak için, bir avuç vatansever çırpınıp duruyor, gerekli askeri güç olmaması ve yetersiz maddi imkânsızlıklar nedeniyle, bu çabalar da ülkenin batışında pek fazla etkili olmuyordu!..
Padişah II. Abdülhamit zamanında bir avuç gerçek vatansever tarafından kurulan "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Padişah ve Şeyhülislâm tarafından yeterli desteği göremediği için, istenilen başarıyı gösteremiyor, İngiliz ve Alman ajanları en küçük hücrelerimize kadar girip yerleşiyor, diledikleri yerde isyanlar çıkarıp, Saray'a da diledikleri kararları aldırıyorlardı.
"İttihat" demek; "Birlik olmak, birleşmek, yumruğu bir yere vurmak" demektir. "Terakki" demek ise; "İlerleme, yükselme, gelişme" demektir. İttihat ve Terakki Cemiyeti (Fırkası) demek de; "Ülke olarak bir olup, ilerleme ve gelişmeyi beraberce, el birliği ile sağlamak" demekti. Düşünce güzeldi ama, arkalarında devletin gücü ve desteği eksikti. Çabaları bu yüzden güdük kalıyordu!..
Padişah yapılırken verdiği 'Meşrutiyeti ilân edeceği' sözünü tutmak için II. Abdülhamit, bu 'İttihat ve Terakki Cemiyeti' üyelerine hiç ses çıkarmadı, destekliyormuş gibi göründü, ama arkalarından kuyularını kazıyordu!.. Yeni Padişah olan V. Mehmet'in, Sadrazam (Başbakan) yaptığı bu cemiyet kurucularından Mahmut Şevket Paşa, kısa bir süre sonra bu Cemiyete karşı olanlar tarafından hunharca öldürüldü!.. Yerine Başbakan olan ve yine bu Cemiyetten 'Sait Halim Paşa' çok uğraşıp, Mahmut Şevket Paşa'nın katillerini buldurdu ve idam edilmelerini sağladı!.. Kısa sürede ülkede dirliği ve düzeni sağlayıp, savaş halindeki birçok ülke ile olumlu barış koşullarında antlaşmalar yaptı. Ancak, İngiliz ve Alman baskıları nedeniyle, Sait Halim Paşa hükümeti görevden alındı, bütün İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri de tutuklanıp, kimisi hapse atıldı, kimisi İstanbul dışına sürgüne gönderildi!..
Başbakan Sait Halim Paşa da, I. Dünya Savaşı sonundaki mütareke nedeniyle tutuklanmış, hapiste çok büyük korku içinde idiler!.. Çünkü hepsi de çok büyük işkencelere maruz kalacaklarını düşünüyorlardı. Bir gün koğuşunun kapısını açan genç bir subay, Sait Halim Paşa'yı hürmetle selamlayıp; "Ne gibi yemeklerden hoşlanırsınız sayın Paşa Hazretleri?" diye sorunca, biraz gevşeyen, rahatlayan ve aslında çok hazırcevap biri olan Paşa, kısık bir sesle; "Ben yemek seçmem, 'dayaktan başka' her şeyi yemeye hazırım evlât!" deyiverir. Bu cevaba pek gülen genç subay, oradaki görevi boyunca Paşa'ya saygıda kusur etmez, sanki babasıymış gibi çok iyi bakar!..
Şimdi bu yaşanmış olay nereden aklıma geldi? Efendim, Ocak ayı başlarında Ankara'ya bir konser vermek üzere giden şarkıcı Bülent Ersoy, birden Anıtkabir'e ziyarete gitmek ister. Uzun yaya yolunu yürümemesi için kendisine bir tekerlekli sandalye ayarlanır ve oraya giderler!.. Ziyaret sonrasında dışarı çıkınca yağmur başlar, orada görevli üniformalı bir subay, (çevresinde birkaç yardımcısı olmasına rağmen) Bülent Ersoy ıslanmasın diye onun başına şemsiye tutarak arabasına kadar eşlik eder!.. Bu görüntüler sosyal medyada olay olunca, Anıtkabirde görevli 'Anıtkabir Komutanı ve Takım Komutanı' bu görevden alınıp, başka görevlere sürgüne gönderilirler!..
Şimdi bu subaya üstlerinden biri mi görev verdi? Subay kendiliğinden mi bu işi yaptı? Şemsiye tutmak bir subayın görevi mi? Örneğin o sandalyede Bülent Ersoy değil de, ben oturuyor olsaydım, o subay benim başıma da şemsiye tutar mıydı, bunları bilmiyoruz? Bu kişiden daha yaşlı olmalarına rağmen Celal Bayar, Bülent Ecevit, Erdal İnönü gibi liderler ne başlarına şemsiye tutturur, ne de çantalarını başkalarına taşıtırlardı!.. Resmî bir vasfı olmayan Bülent Ersoy ne diyordu: "Ben görmedim, istemeden şemsiye tutmuşlar; ne olacak, ne var bunda?" diyordu!.. Olmaz!.. Şöhreti taşıyamayan böylelerini biz çok iyi biliriz, şemsiyesini kendisi tutuverse, şöhreti-şanı mı düşerdi sanki? TSK yasalarına ve içtüzüğüne göre, bir subayın görevi değildir bu işler efendim!..