ACILAR HARMANI


       Birkaç yıldır çevrede yabancı insanlar dolaşır olmuştu. Gelenler, kırda bayırda bazı aletlerle  ölçümler yapıyordu. Köylüler merak içindeydi. Yabancıların ağzından bir iki söz alabilmek için onlara bağlarda bahçelerde en güzel meyveleri sunuyor, kahvelerde çay kahve ısmarlıyorlardı. Yabancıların kimi, bir şey bilmediğini söylüyor, kimi sel baskınlarını önlemek, kimi de tarlalardan daha çok verim almak için deyip geçiyordu. Köylüler bu geliş gidişleri  hayra yorup susuyordu.

      Bir sabah makinelerin gürültüsü ile uyandı köylüler. Köyün sırtını dayadığı Aladağ'ın eteklerin toz duman içindeydi. Ne var, ne oluyor diye merak edip gidenler kısa zamanda öğrendi gerçeği. Çevredeki dağların altı kömür doluydu.

     Dağın değişik yamaçlarında birbiri ardına kazılar başladı. Yıllardır odunla çalıyla çırpıyla ısınan köylüler demek ki önümüzdeki kış evlerde kömür yakacaklardı. Ancak dağın eteklerinde zeytinliği olanlar bu işten hiç de hoşnut değildi.

     Baharın  badem çiçeklerine konduğu günlerdeydi. Köyün postacısı bir torba dolusu  mektupla çıkageldi. Muhtar mektup sahiplerini tek tek  kahveye çağırttı. Aladağ'ın yamacında bağı bahçesi olanlar topraklarının istimlaki nedeniyle ilçeye çağrılıyordu.  O gece birçok evde hüzün,  hatta yas vardı. Kaç kuşaktan beri  sofralarına yağ ekmeklerine katık olan zeytinleri ellerinden alınıyordu. Alışkın değildi onlar şehirliler gibi çarşıdan pazardan birer şişe yağ almaya.

    Tarlada bahçede çalışmayı sevmeyen birkaç kişi ise sevinmişti. İstimlak sayesinde cepleri para görecekti. Bazıları madende çalışmayı düşlerken, bazıları da kasabaya, şehre göçmenin planlarını yapar olmuştu.

     Haftasına varmadan  sigara dumanına boğulmuş kahveye giren bir yabancı  önce herkese birer çay ısmarladı sonra kömür ocaklarından, hatta fabrikalardan söz etti: İşsizlere iş olanağı doğmuştu. Köylüler de artık çok para kazanacaktı. Sendikalı, sigortalı olacaklardı. Bu ovada işleyene iş çoktu çok olmasına da köylülerin çok para kazanmadıkları da bir gerçekti. Tarlası, bağı, bahçesi yetmeyenler ya da çiftçilikten hoşlanmayanlar oyunlarından başlarını kaldırmadan sordular:

 -   Nasıl bir iş bu?

 -    Dozer şoförü var mı aranızda, diye ekledi adam.

- Dozer şoförü yok; ama şoför var, dediler.

- İyi öyleyse, biz onlara  öğretiriz.

- Eli kalem tutan?

Birkaç genç parmak kaldırdı.

-   Sizi de  yazıcı yapacağız. Bize bekçi de gerekli

 O akşam beş on işsize iş bulunuvermişti. Gürbey'e de haber ulaştırıp "Gel sen de dozer şoförü ol!" dedi arkadaşları. Gürbey işinden memnundu; ama burada çok para kazanacaktı, üstelik sigortası ve sendikası da olacaktı. Hemen  işbaşı yaptı.

Yaz günleri, işsize geçmek bilmez; oysa çalışan için bir varmış, bir yokmuş misalidir. Tütünü diktik, harmanı kaldırdık derken bir bakarsınız güz yağmurları başlamıştır. O yıl, zeytinlerin yağ bağlaması için dört gözle beklenen güz yağmurlarını birçokları beklemedi. Bekleyenler  de  bunun son bekleyiş olduğunun bilincindeydi

   Önce dağın kuzeye bakan yamacındaki asırlık çamlar, zeytinler kesilmişti. Büyüsünü yitiren dağın  taşı toprağı hallaç pamuğu gibi atılıyor, yüreğine giriliyordu. Yüzlerce metre derinde kara bir damar beliriyordu. Çıkan onca taş toprak vadilere dolduruluyordu. Birkaç gün içinde dolan vadi, önce bir tümseğe, arkasından da tepeciğe dönüşüyordu.

      Özellikle gençler hallerinden memnundu. Vardiyalardan çıkanlar kazandıkları parayla alacakları buzdolabını, çamaşır makinesini, hatta arabayı düşünüyordu.

      Gürbey yıllardır bir otomobili olsun isterdi. Dozerci olmayı belki de bunun için kabul etmişti. Karı koca kömür ocaklarını açanlara bin dualar ediyorlardı. Oysa Çakır gibiler mutsuzdu.

     Dağlar kömürdendi. Dev iş makineleri birkaç günde yüzlerce metre derinlere iniyor, yine dev kamyonlar damperlerine yükledikleri toprağı  ötelerdeki vadilere döküyorlardı. Vadi birkaç günde doluyor, bir tepeciğe dönüşüyordu.

     Çevrede her şey değişiyordu.  Dağdaki zeytinliğini; ovadaki bağını, bahçesini satan,  bir yerde işçi olarak çalışmaya başlıyordu.

     Çakır, toprağa bağlı bir adamdı. "Kır bir toprağı yeşertmek, birlerce canlıya can vermektir." derdi. İlk göz ağrısı  Yanıkbağ'daydı. Toprak döküm sahası, onun bahçesinin  sınırına dayanıyordu. Ancak onun bahçesi de güvenlik sahası olarak istimlak edilmişti. 

     Çakır, her geçen gün biraz daha içedönükleşiyordu. Canı av falan da istemiyordu. Yüreği,  serçe yüreğine dönmüştü.  İlk kez o kış sürek avı yapılmamıştı. Bunca kalabalığın arasında domuzların yaşaması da olanaksızdı. Çevrede ne kadar domuz, keklik, tavşan, tilki. varsa başka dağlara göç etmiş olmalıydı.  

      Kimse tarlalara  tohum atmak, bahçelere fidan dikmek istemiyordu. Aylıkla çalışanların evlerine  sepetler pazarlardan dolu dolu geliyordu. Üstelik sebze ve meyveler kendi yetiştirdiklerinden daha  gösterişliydi. 

    Çakır, köylülerdeki bu değişimi anlamakta  zorlanıyordu. Çok geçmeden dağın yamacından fışkıran suların gözleri kayboldu. Dereler kurudu, sular yatak değiştirdi, ırmağın suyu bulandı. İş makinelerinin köklediği  şeftali, erik, elma  bahçelerinin; üzüm bağlarının  acısı,  akşamleyin  sofralara yas aşı olup oturuyordu. Lokmalar çiğnenemiyor, sular yudumlanamıyordu.

      Çakır,  bazen gün doğmadan başını alıp dağlara çıkıyordu. Daha birkaç gün önce reçine kokularını  ciğerlerine çektiği çamları  devrilmiş, upuzun yatar gördükçe  deliye dönüyor, bazen kendini uçurumlara atmak, bazen göğü kurşunlamak istiyordu; ama yapamıyordu. Öfkesini, yüreğinde boğmaya çalışıyordu; ne var ki  öfke yüreğe sığmıyordu. Bu öfkeyi, binlerce yüreği olsa, bu yüreklerine de sığdıramayacağını biliyordu.

Nicedir Yanıkbağ'a uğramıyordu. Oradaki her çiçekteki, her yapraktaki, her ottaki, her taştaki  alın terini, göz nurunu, sevgiyi anımsamaktan korkuyor, belleğinin derinlerindeki her şeyi, ama her şeyi kazıyıp atmak istiyor; ama olmuyordu. Ne kadar kaçsa o kadar iç içe oluyordu anılarıyla.

Bir çakır dikenliği aldığı  günkü  sevincini anımsıyordu. Henüz bir yıllık evliydi. O yaz çok çalışmışlardı. Tarla kiralayarak  diktiği tütün de iyi para etmişti. Bir akşam eve elinde tapuyla girmiş:

- Hanım bak, aldım. Bu ilk toprağımız. Göreceksin bize uğurlu gelecek, demişti.

     Çakalderesi denilen yerden alınan toprağa karısı pek sevinmemişti

    Yalnızca karısı değil köylüler de burun kıvırmıştı "Çakır'ın garipliği!" demişlerdi. Ovadan bir evlek kınalı toprak  alacağına, gitmiş Çakalderesi'nden beş dönüm çalılık almış. Ne yapacak ki,  geceleri çakalların uluduğu, tilkilerin şenlik yaptığı  bu yerde?" demişlerdi.

     Çakır geceleri ay ışığında bile kazma kürek çalışmıştı. Çalı çırpı, ak diken, mor diken  ayıklandıktan sonra toprak çıkmıştı: kara, boz. Topraktan çıkan taşlarla setler yapmıştı, yağmurlar seller toprağı alıp gitmesin diye.

    Tarlanın içindeki ahlatları aşılamıştı, her dalında bir armut türü: Bursa, gökçe, kara, kış. Alyanak  demişti kendi yarattığı bir türe de. 

    Su olsa, ah bir su demişti. Parmak kadar olsun yeter. Bir köşeciğe kuyu kazmıştı yıllarca, kaz ha kaz, bulamamıştı. Yirmi beş, otuz derken kırk metre derinde bir sızıntıya rastlamıştı. Olsun demişti, buna da şükür. Başına da bir tulumba, yanına da bir küçücük dam. Fidanlar büyüdükçe görenler bu yerde böylesine güzellikler yaratılmasını insanoğlunun büyüklüğüne bağlamışlardı. Çakır'ın meyvelerinden tadan, beylerden borç harç  toprak almaya koşmuştu. Havasından mı, suyundan mı toprağından mı bilinmez  Yanıkbağ'ın meyvesi başkaydı: Zeytinler daha yağlı, elmalar  daha kokulu, armutlar daha ballı, üzümler daha yanık .

     Bahar dağlara yine deli dolu sökün etmiş; kazılmadık, deşilmedik  yerlere  rengini, kokusunu yığmıştı.

Çakır'ın karısı Yanıkbağ'a pek gitmezdi. Çakır, cennet de yaratsa sevememişti bu bahçeyi. Ama devlet istimlak ettiği halde Çakır'ın asmaları, ağaçları  budamamasını anlayamıyordu.

"Almışlarsa almışlar toprağımızı. Devlet bu. Ne yapalım, karşı çıksak ne olacak?" diye söyleniyor; ama Çakır'a bir şey söyleyemiyordu.

Nereden estiyse bir öğle vakti birden kalktı, Yanıkbağ yoluna düştü.

Bağı uzaktan gören tepeyi tırmanınca bağın içinde birkaç adam gördü. Önce çekindi; ama kendi malıma varmaktan mı korkacağım deyip cesaretlendi.

Tanımadığı adamlardı bahçedekiler. Yaşlılığın verdiği anaçlıkla; yine de biraz ürkek: "Kimsiniz, ne arıyorsunuz bahçemizde?" diyecek oldu. Gençlerden kara bıyıklı gür saçlı genç, farklı  bir Türkçeyle: 

- Buralar sizin değil artık, dedi.

- Devletten bir çuval para aldınız ya, diye ekledi bir diğeri.

    Kadıncağız hiçbir şey demedi. Orada yığılıp kalacaktı. Direndi. Gerisin geriye döndü evine varana dek yas ede ede ağladı.

      Akşam, Çakır yine geç geldi eve. Karısını öyle perişan görünce aklı başından gitti. Kadının ağzını bıçak açmıyordu. Ne yaptıysa konuşturamadı onu. Kızını çağırdı. Kadın kızını görünce  avazı çıktığınca bağırdı, dövündü, ağladı. Yarım yamalak sözler döküldü ağzından. Sözlerinin tamamını dinlemedi Çakır. Tüfeğini kaptığı gibi fırladı. Dur dediler, gitme dediler dinlemedi. Atını çekip soluğu kızının evinde aldı. Bala nicedir onu görmemişti. Sevinçle ayaklandı. Yıldızlı bir gecede  nal sesleri  dağlardaki makine gürültülerine  karışıyordu.

O gece hiç uyumadı Çakır. Kafasına iyice koymuştu. Sabahleyin ilk geleni kurşunlayacaktı.  "Şu cevizin her bir dalında biri sallanmalı." diye geçiriyordu içinden. Kuşluk vaktine dek birileri gelsin diye bekledi. Gelen olmadı. Gidip o adamları bulup orada cezalandırmayı düşündü. Kapıdan çıkacaktı ki vazgeçti. Kendi topraklarına gelmelerini bekleyecekti.

    Kendi toprakları.Tapusunu devlet almıştı ki bu yerlerin. Adamlar doğru söylüyordu. Topraklarını devlet almıştı elinden.Devlet! Nasıl bir şeydi ki bu devlet? Ömründe bir fidan dikmemiş, dalından bir meyve koparmanın hazzını yaşamamış, eline diken batmamış bir adam mıydı ki istediği bağı bahçeyi gönülsüz rızasız alıyor, böyle yok ediyordu. Bu ne acımasızlıktı böyle. Bunca ağacın günahı yetmez miydi ki onlara. Bu topraklar kıraç deyip avucuna saydıkları üç beş kuruşu çuvalla para verdik diyenler miydi devlet. Ya kendisi? Bir çakır dikenlikte cennet bahçesi yaratan  Çakır ne oluyordu?

     Öğleye doğru, bir yamaçlardan sağa sola yalpa yapa yapa iki araba geldi, bağa yakın durdu. Bu arabaları tanıyordu. Biri damadınındı, öteki de muhtarın. Arabalardan önce karısı indi, sonra kızı ve  damadı. Ötekinden de muhtar ve bir iki ihtiyar.

     Çakır, hiçbir şey olmamış gibi açtı kapıyı. Buyur etti gelenleri. Karısı bir sepet içinde yemek getirmişti.  Asma çardağın altında  bir havuz vardı. Havuzun kıyısında da sedir: Tahtaları kirli, kararmış. Ulkuş koştu bir bez buldu. Temizledi. "Çakır Emmi!" diye söze başladı muhtar. Ama Çakır eliyle "sus!" işareti yaptı.

     - Geldiniz , Hoş geldiniz, ama niye geldiğiniz malum. Bu konuyu konuşmayalım.    

    Bir süre daha oradan buradan konuşuldu. Hiç kimse onu  yatıştırmak için tek söz söyleme cesaretini kendisinde bulamadı. Bir saat kadar oradan buradan konuştular. Muhtar ve yanındakiler ayrılmak için izin istedi.

     Çakır, damadına döndü.

     -  Dozerci, dedi, hadi bakalım sen de geldiğin yere.

     Gürbey böyle bir sözü aklının ucundan  geçirmemişti. Çakır'ın o andaki bakışını da hiç görmemişti. Tiksinen, aşağılayan bir bakıştı bu.Kendisini bir sinek, bir bokböceği gibi hissetti. Tek kelime söylemedi. Kapıya yöneldi. Ulkuş da düştü peşine. Kadın; durun, bekleyin demeye çalıştı, sözü  ağzında kaldı.

     Çakır bir daha ayrılmadı Yanıkbağ'dan. Dökülen toprak  her gün biraz daha yükseliyor, yükseldikçe Çakır'ın tarlasına biraz daha yaklaşıyordu. Kafasını kaldırdığında gördüğü  yükseklik ürkütüyordu onu.

YAZARIN DİĞER YAZILARI