AFGAN GÖÇÜNE GENİŞ AÇILI BİR BAKIŞ
Dağlarca, Kızılırmak Kıyıları adlı şiirinde Anadolu'nun perişan halini anlatır. Ama son kıtada şair duyarlılığıyla umuda sarılır:
"Kardaş, görmüyorum ama hala duyabiliyorum,
Geçmiş zamanlar gelecek zamanlardan parlak değil." der.
Aslında "Geçmişin, gelecekten parlak olmaması" olması gerekendir. Ya bu hep böyle mi olur? Yarınlar, dünden de beter sorunlarla gelemez mi?
Keşke gelecek bugünden daha berrak ve yaşanası olsa.
Yıl 1916.
İki subay İngiliz Sykes ve Fransız Picot, Ortadoğu haritasının başına geçip baklava tepsisi dilimler gibi sınırlar çizerek dünyaya yeni devletler armağan ederler. Amaç, bu uydu devletler aracılığıyla Ortadoğu petrollerine çökmektir.
Bu anlaşmayla sadece uydu devletler değil; hizmetkâr hanedandanlar da yaratılır.
Örneğin; İngilizlerin Ortadoğu'daki eli ayağı, gözü kulağı Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal önce Suriye, beş altı ay sonra da sonra Irak kralı olur. Diğer oğlu Abdullah'a Ürdün krallığı bağışlanır. Şerif Hüseyin'in payına da Hicaz kralı olmak düşer.
Yüz yıldır emirlerin, kralların ve sözüm ona seçimle babadan oğula geçen başkanların yönettiği Ortadoğu'nun onca yeraltı zenginliklerine rağmen yoksul ve cahil halkların yaşadığı coğrafya olması sizce de doğal değil mi?
Gelelim bizim güney kara sınırlarımıza.
Henüz Irak diye bir devlet olmadığı için Milletler Cemiyeti, 29 Ekim 1925'te Musul'u Hakkâri'den ayıran "Brüksel Hattı" olarak bilinen bir hat çizer. Estonya'nın General Laidoner, Türklerin bölgedeki Hıristiyanlara kötü davrandığını rapor edince, çıkan Şeyh Sait İsyanı'nın da etkisiyle Milletler Cemiyeti, Türkiye'nin katılmadığı 16 Aralık 1925 tarihli Divan kararını benimseyerek Brüksel Hattı'nın kuzeyini Türkiye'ye, güneyini ise Irak'a bırakma kararı alır. Başlangıçta karara direniriz. Ne var ki 5 Haziran 1926'da İngiltere ile Ankara Antlaşması'nı imzalayarak Irak'ın petrol gelirinin yüzde 10'unu 25 yıl süreyle bize vermesi karşılığında Musul ve Kerkük Irak'a bırakmayı kabul ederiz.
Suriye sınırı ise yine ana hatlarıyla Fransızlarla yapılan 21 Ekim 1921 Ankara anlaşmasıyla belirlenir. Ama yine Fransızların işin tam ortasında olduğu 1939'a dek süren bir Hatay sorunu vardır.
Görüldüğü gibi bu sınırların çizilirken muhataplarımız, bugün de ellerini kollarını bu coğrafyadan çekmeyen emperyalistlerdir.
Atatürk'ün Hatay'ı anavatana katması muhteşem bir stratejik zaferdir. Bu sayede petrol yollarının önü kesilmiştir. Irak savaşından sonra bölge petrollerinin denetimini tamamen ele geçiren ABD için İsrail'in Aşkelon limanı söz konusu petrollerin dünyaya sevk üssüne dönüşse de İskenderun körfezi hâlâ cazibesini korumaktadır.
Hal böyleyken 20. Yüzyılın başında her nasılsa başta ABD olmak üzere emperyalistlerin yüreğinde bu bölgeye demokrasi, özgürlük gibi yüce değerleri yerleştirme ateşi yanıverir.
Olan evi barkı başlarına yıkılan milyonlarca yoksula olur.
Peki, biz bu hikâyenin neresindeyiz şimdi?
Bugün Hatay'ın nüfusunun %26.3'ü Suriyeli sığınmacıdır. Hatta Reyhanlı'nın yerli 98.000 nüfusuna karşı sığınmacı sayısı 128.000' dir. Kumlu'daki sığınmacıların yerli nüfusa oranı %52, Kırıkhan'da %48, Yayladağı'nda %42'dir.
Sizce de "2040'a varmadan Hatay, Kilis, Gaziantep, Urfa gibi illerimizin demografik yapısının sığınmacılar lehine değişeceğini ileri sürenler abartıyorlar mı?
Ne dersiniz emperyalistlerin uygun gördükleri bir zamanda o kâğıt üstünde çizilen ve dayatılan sınırları yeniden belirlemek hevesinin kabarmayacağının garantisi var mıdır?
Hele hele Doğu Akdeniz'deki zengin karbon yataklarının dünya hakimlerinin ağzını sulandırdığı ve bütün maşalar devreye sokularak Türkiye'ye gözdağı verildiği günlerden geçiyorsak.
Diyelim ki Suriye sınır komşumuzdu, savaştan kaçan insanları bağrımıza bastık. Ya sayıları çoktan yüzbinler olduğu Afgan sığınmacılar için ne diyeceğiz?
Ankara Kabil arası 4000 kilometredir. Yolculuk uçakla 5 saat sürer. Öyleyse kim bizden yüzbinlerce Afganlının ülkeler aşarak Türkiye'yi sığınmasını, tarihi bağlarla açıklayanlara inanmamızı bekleyebilir?
Emperyalizm, Türkiye'de Türk- Kürt; Sünni -Alevi çatışmasından umduğunu bulamamıştır. Devlet içinde "paralel" devlet kurarak ülkeyi iç karışıklığa sürüklemek istemiş, yine başarılı olamamıştır. Anlaşılan yeni farklılıklara ihtiyaçları vardır.
Çıkarılacak bir iç karışıklıkta, Afganistan'da, Suriye'de, Libya'da, Irak'ta örneklerini gördüğümüz yabancıları davetlerin havada uçuşması hiç de yadırgatıcı olmayacaktır.
Durup dururken nedense aklıma Dedeağaç takılıyor.
Sizce ABD sınırımızın hemen 30 kilometre ötesine son günlerde yüzlerce tankı Rusya için mi Çin için mi yığıyor olabilir?
Yoksa siz de ABD'nin 1Mart Tezkeresi'ni çoktan unuttuğunu düşünenlerden misiniz?
Bize göre hiçbir Türk aydınının, bu sığınmacı selini, iktidar mensupları gibi ucuz iş gücü ya da ensar penceresinden bakarak kulağının üstüne yatma hakkı yoktur.
Yazık! Kalbim çok farklı şeyler dilese de aklım bugünlerden çok daha zorlu ve karmaşık zamanların bizi beklediğini söylüyor.