AYANDON GÜNLERİ
Bizim denizcilerimize göre ocağın son haftası en zorlu fırtına günleridir. Hele bir Ayandon fırtınası vardır ki bu günlerde denizciler zorunluluk olmadıkça limanlardan demir almak bile istemezler.
Ben coğrafyaların ulusların kaderini belirlediğine inanırım. Belki bu nedenle bu günlerde toplumsal duyarlılıklarım bir kat daha artar.
Bugün Uğur Mumcunun ve Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, 4 koruması ve şoförünün katledildikleri günün yıldönümü.
26 Ocak, Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir Ermeni terör örgütü ASALA tarafından öldürülmüştü.
28 Ocak, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının katledildiği gün.
29 Ocak, sol görüşlü Ramazan Yukarıgöz, Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kambur İzmit'te idam edilmişti.
31 Ocak, Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Prof. Muammer Aksoy, evinin önünde kurşunlanarak öldürülmüştü.
Üç yıl önce bugün Ayşen Gruda için: "O, Afife Jalelerin, Muhsin Ertuğrulların, Münir Özkulların, Adile Naşitlerin kızı; Metin Akpınarların, Müjdat Gezenlerin arkadaşıydı. Yani birilerinin "Sanatçı Müsveddesi" dediklerindendi. Dün gitti. Hayat damarlarımızdan biri daha koptu. Acıdı bir yanım." diye yazmıştım.
Bugün Atatürk ve cumhuriyet sevdalısı, koca yürekli sanatçımız Fatma Girik sonsuzluk yolculuğuna yelken açtı. O gerçek bir Atatürk ve cumhuriyet sevdalısıydı.
Her insanın ölümü, elbette sevenleri için bir kayıp. Ancak ömrünü daha yaşanası bir dünya için vakfedenlerin ölümü insanlık için kayıp.
Ne acıdır ki dünyayı yalnız kendi doğrularının egemen olması gereken bir yerküre olarak algılayanların böyle bir sorunu olmuyor.
Onlar için kendileri gibi düşünmeyen herkes hain, kendileri gibi inanmayan herkes zındık, kâfir.
Umarım, kendilerinden başka herkesi günahkâr ilan edenler bu kez de Fatma Girik için şom ağızlarını açıp oraya buraya tükürük saça saça "ama o..." demezler.
Öyle ya minberleri, postları serbest kürsü zanneden kimileri özellikle son zamanlarda akıl almaz fetvalarla bu toplumu germeyi iş edinmiş durumdalar.
Baksanıza kaç gündür yıllardır şarkılarıyla insanımızın yüreğine dokunan Sezen Aksu'yu linç etmekle meşguller.
Sanıyorlar ki Havva (ana)ve Adem (baba) üzerinden dil kopararak yaşayan ana babaların bu kara kışta ekmek kuyruklarındaki çilelerini unutturacaklar.
Atatürk'ün posterini bıçakla delik deşik eden kindar ve dindar nesil alkışlanırken üniversitelerine demokratik usullerle rektör ataması isteyen öğretim üyeleri görevlerinden uzaklaştırılıyor, öğrenciler tutuklanıyor.
İktidar yağdanlığı yapanlar saraylarda, uçaklarda izzetüikbal ile ağırlanırken iktidarın uygulamalarını eleştiren gazeteciler anında hapse tıkılıyor.
Bu ülkeyi düşmana teslim edenler makbul; işgalden kurtaranları sövmek serbest.
Millet kesesinden zengin subvanse etmek nas; kendileri gibi düşünmeyen herkes cibilliyetsiz.
Tüm bu yaşananların nedenlerini düşünürken 27 Ocak 1954'ü bir kez daha sorgulamadan edemiyorum.
Çünkü o gün, Cumhuriyetin en değerli aydınlanma projesi Köy Enstitüleri kapatılmıştı.
O okullar, köy çocukları buralarda yetişip köylere dağılsın; bu halkı, aklın ve bilimin ışığıyla aydınlatsın; sanatın güzel duyusuyla ruhlara dokunsun; insanımıza üretimi öğretesinler diye kurulmuştu.
İstemedi işbirlikçiler.
Korktu, "akıl ve bilim" düşmanlığından beslenenler.
Telaşlandı, bu halkı bindiği at gibi gören mütegallibe.
Bu halk kuldu, ırgattı, müritti, cemaatti.
Bu halk, uşaktı...
Bu halk hep inanan, hep sanan, zanneden; ama asla sormayan, sorgulamayandı.
Sömürgecilerin bu yurdu sömürebilmesi, beylerin rahatı ve efendilerin saltanatı için öyle kalmalıydı.
İşte o yüzden enstitüler kapatılmalı, sanatın içine tükürülmeli, cahilin feraseti övülmeliydi.
Ve kim ki bu halka ışık tutar, derhal katledilmeliydi...
Devletimizin ve ulusumuzun siyasetten iklime, her alanda tam bir ayandon günlerinden geçtiği ne yazık ki bir gerçek.
Her fırtına gibi bu günler de geçecek, denizler sakinleşecek; bahar yeniden gelecek. Bu halk demokrasi, adalet, özgürlük ve hoşgörü ikliminde huzuru ve mutluluğu eskisinden çok daha özümseyerek yaşayacaktır.