ÇAKIRÖZÜ KÖYÜNDE
25 Ağustos, saat: 23.00
Şuhut, Büyük Taarruz’un çok önemli merkezlerinden biri.
Atatürk Nutuk’ta; “24 Ağustos 1922'de karargâhımızı Akşehir'den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik, 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut'tan savaşı idare ettiğimiz Kocatepe'nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha naklettik.” diyerek anlattığı o gün 2005 yılından beri “Zafer Yürüyüşü” olarak kutlanıyor.
Saat 23.00’te biz de Atatürk’ün sözünü ettiği çadırlı ordugâhın bulunduğu Çakırözü’ndeyiz.
Bayraklarıyla, flamalarıyla marşlar söyleyerek yürüyen katılımcıları görünce iyice heyecanlanıyorum.
Yalnız değiliz…
Yeterince çok muyuz peki?
Tören alanında o dönemin giysileriyle dolaşan askerlerle söyleşen, anı fotoğrafı çektirenlerin arasından durmaksızın Kocatepe yoluna çıkıyor; ses ve ışık gösterileri yapılan Sekicek tepesine doğru yürüyoruz.
Yollar tenha. Ya biz geç geldik, ya program henüz başlamadı.
Keşke katılımcıların ellerine birer tarihçe ve program kitapçığı tutuşturulsa. Diyelim ki bunun için bütçe yok İnternet üzerinden de yapılamaz mı bu?
İlk kez “Her şey daha iyi olmalıydı!” diye geçiriyorum içinden. Şimdi bu yollarda on binler yürümeliydi. Teknolojinin bu denli geliştiği bir çağda, bu ışık ve ses gösterileri neden bu denli sıradan?
Buralar sadece 25-26 ağustos gecesi değil; yıl 12 ay ziyaretçilerle dolup taşmalı. Kurtuluş savaşını okullarda değil buralarda öğretmeli. Buraların havasını teneffüs eden çocuklarımızın çok daha tutarlı yurtsever olarak yetişeceklerinden kuşkum yok.
Canım sıkkın…
Yaklaşık iki kilometre daha yürüdükten sonra geri dönüyoruz. Kocatepe’ye tırmanmaya azimli gençler hızla yanımızdan geçip gidiyorlar.
Zaman zaman “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!” sloganları atılsa da çoğunluk suskun. Bunun duygu yoğunluğunun ve enerjiyi verimli kullana isteğinin sonucu olduğunu düşünüyorum.
Sağdaki dereye sıkışmış söğütlere bakıyorum. 100 yaşında olan var mı ki içlerinde? O geceyi yaşayan.
“ Atların sesini dinledi
Nefesleri bastırıyordu nal seslerini
Es, dedi rüzgâra, en yaşlı söğüt
Savur dallarımı,
Ben sesimde saklarım gidenleri.
Kocatepe’ye doğru ayazdı gece;
Çiysiz, kuru…
Uyan dedi neme yaşlı söğüt
Yıka yüzünü palamut çalılarının
Çoban yastıkları çiçeklensin
Cırcır böcekleri, çekirgeler
Bayram yerine çevirsinler boğazı
Bu gece uyumak bize haram.”
Bir kaya arıyor gözlerim. Kayalar ne de ketum tanıktırlar. Her şeyi görüp hiçbir söylememek nasıl bir şey ola ki?
Yüzbinlerce; hatta milyonlarca yıl; bir coğrafyanın tanığı olmak ne muhteşem bir şey. Biri kayaların dilini öğrenmeli, Konuşmalı onlarla. O geceyi sormalı.
O gece de böyle dolunay var mıydı?
Durup gecenin sesini dinliyorum.
Cırcır böceklerinin kesik kesik ve çekirgelerin biteviye sesleri gecenin ne denli canlı bir zaman dilimi olduğunu göstergesi.
O gece, nal sesleri duyulmasın diye atların ayaklarına keçe sarılmış mıydı gerçekten?
Yeniden tören alanındayız. Alan sıkış tepiş. En öndekilerin dışında kimsenin bir şey göremediği yerde bir bando kesik kesik müzikler çalıyor. Arkadan insanlar bağırıyor.
“İzmir Marşı!”, İzmir Marşı!”
Bando şefi olduğunu sandığın kişi:
“Bu kadar İspanyol şarkısı çaldık ya!” diye bir şeyler söylüyor.
Şefin sözleri gecede mi uzayıp gidiyor, yoksa beynimde mi, ayırt edemiyorum.
96 yıl önce tam bu gece, bu ülke bağımsız olsun, bu halk özgür yaşasın diyerek tam da buradan, atlı - yaya 14 km 1864 rakımlı tepeye tırmananları düşünüyorum.
Ayakucuma çarpan bir taşı alıp gücüm yettiğince sıkıyor, sıkıyorum.
Biliyorum taş çatlar; ar damarı çatlamaz insanoğlunun…
Durup dolunaya bakıyorum; yıldızlara bakıyorum…
Bu toprakları canları pahasına kurtaranların ruhlarını arıyorum.