Birçoklarının artık düşman ilan ettiği " Devletçilik" ilkesini anlatmadan önce okurlarımı ulaşım - enerji kaynakları ve iletişim alanlarından örneklerle Büyük Taarruz öncesi günlere götürmek istiyorum.
Bildiğimiz gibi Osmanlı Devleti, demiryollarının çok büyük bir bölümünü. yap - işlet mantığıyla İngiliz, Fransız, Alman ve Ruslara yaptırmıştı.
Örneğin 1857-1866 arasında İngilizler tarafından yapılan İzmir - Aydın demiryolunun yapımı için gerekli tüm mallar anlaşma gereği gümrük vergisi ödenmeden ülkeye sokulmuştur. Yapım sırasında devlete ait topraklar, madenler ve ormanlar bedava kullanılmış, şirket, hattın kenarındaki 45 km'lik alan içinde bulunan madenleri çok az bir vergiyle işletme hakkını elde etmiştir.
Dahası, devlet, şirkete "kilometre garantisi" vermiş; demiryolunun ilk bölümünün açılısından sonra 50 yıl süreyle her yıl şirket sermayesinin % 6'sı kadar bir kârı garanti ederek bu oranın altında geliri tamamlamayı kabul etmiştir.
Nasıl?
Bugünkü iktidarın devletin kasasından bir kuruş çıkmıyor diyerek vatandaşa yutturup sonra da vergilerle kan kusturduğu kur garantili köprüler, hava alanları, limanlar, otoyollar, enerji santralleri, hastaneler hikayesine benziyor mu?
Ve gün geldi, emperyalistler bize Sevr'i dayattılar.
Sevr Paylaşımının 353'ten- 362'ye tam dokuz maddesi Demiryolları ile ilgilidir. Buna göre demiryolları inşasından kullanımına her bakımdan işgal denetimine bırakılır. Ankara hükümetinin kullanabileceği hatlar işgal bölgelerinin dışında kalan son derece sınırlı hatlardı.
Büyük Taarruz öncesi bu hatların da çalışabilmesi için gereken malzemeler ya yok ya eksik ya bozuk durumdaydı. Zafer için cephane ve iaşeyle birlikte 80 bin askerin cepheye neredeyse dakika dakikasına sevki gerekiyordu. Oysa var olan lokomotifleri çalıştıracak kömür bile yoktu.
Atatürk'ün Gençliğe Hitabe 'de "Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir." diyerek çizdiği durum işte budur.
Zonguldak kömürlerini işleten 'Osmanlı Kömür Şirketi' ile iki ay içinde 8,000 ton kömür almak için anlaşma yapılır. 15 Şubat, 1922'de Fransız bandralı Espuvar gemisi yola çıkar. Yunanlılar bu gemiyi Ege Denizi'nde yakalayıp Pire limanına çekerler ve kömürü oraya boşaltırlar. Ardından 2,750 ton kömür ile ikinci gemi yola çıkar. Onu da daha Boğaz'a girmeden İngilizler yakalarlar. Gemiyi İstanbul'a çekip içindeki kömürü çok düşük bir fiyatla halka satarlar.
Miralay Behiç Bey, gemilerin Adana'daki Fransız demiryolu işletmesi için kömür taşıdığını gösteren belgeler düzenlettirir. Bu sayede Ararat isimli bir Fransız gemisi, içinde bir Fransız subayı ile Osmanlı Bankası ve Fransız şirketi adına 1,270 ton kömürü Mersin Limanı'na getirir. Bu geminin boşaltılması parasızlık yüzünden aksar. Osmanlı Bankasından borç alınarak konu halledilir. Ardından Rusya isimli ikinci bir Fransız gemisi de aynı yöntemle 2,500 ton kömürü Mersin Limanına getirir. Bu kömürler yine bin bir zorlukla Konya'ya, Akşehir'e götürülerek hizmete hazır hale getirilir.
Haydi bir örnek daha verelim.
Sevr paylaşımının 190. maddesine bağlı olarak Yunanlılara verilmesi öngörülen tüm bölgelerin telsiz telgraf istasyonlarının müttefiklere devri kararlaştırılır.
Oysa zafer için yalnız bize ait olan iletişim sistemi gereklidir.
Korgeneral Nuri Berköz anlatıyor:
"Nuri sen burada kalacaksın, telgrafhaneyi emrine alacak, hiçbir yere haber sızmamasını sağlayacaksın. Gelen haberleri bana ulaştırırsın!" buyurmuşlardı. Hemen telgrafhaneyi, Üçüncü Şube Müdürü Rasim Bey ile beraber, emrimize aldık. Taarruzun başladığı 26 Ağustos'tan 30 Ağustos'a kadar telgraf memurlarını evlerine bile göndermedim. Yemeklerini yanımızda yiyorlar, tuvalete bile nöbetçi yanında çıkıyorlardı."
Şimdi sormak gerekir. İki de bir devletin bekasından söz edenler salt liberal ekonomiyi savundukları için mi Türk Telekomu özelleştirmişlerdir?
Olası felaket öngörüleri olmayan devletlerin her zaman beka sorunu vardır. Bilelim ki devletçilik, bu devletin bekasıyla doğrudan ilgili bir ilkedir.
Atatürk bu gerçeklerin içinden geldiği için daha cumhuriyeti bile ilan etmeden 17 Şubat ile 4 Mart 1923 tarihlerinde "İzmir İktisat Kongresi"ni toplamış ve kongrede benimsenen;
. Yabancı şirketler elindeki imtiyazları satın alarak millileştirmek.
. Endüstrileşmeye gidilirken, ulaşım için memleket yollarını bir plana göre yapmak.
. Devletçilik ilkesine göre yurdun doğal kaynaklarını tespit ederek nerelerde hangi endüstri tesislerinin kurulabileceğini ekonomik koşullara göre planlamak kararlarını yen devletin düsturu olarak benimsemiştir.
Kimilerinin Atatürk'ün devletçilik ilkesini özel teşebbüs düşmanlığı olarak görmesi safsatadan öte bir şey değildir.
Atatürk: " Bizim tarafımızdan uygulanan devletçilik, her ne kadar kişisel çalışmalara ve gayrete öncelik verse de ulusun genel menfaatleri işin içine girdiği zaman, devletin her alanda müdahalesini kapsar; bunun amacı ülkeyi en az gecikmeyle refah ve zenginliğe kavuşturmaktır." sözüyle devletçilikten ne anladığını ortaya koyar.
Bu ülkede 1980'den bu yana cumhuriyetin gerçekleştirdiği birçok stratejik yatırımı "babalar gibi satmak." marifet sayıldı. Rafineriler özelleştirilirken, devletin işi tüpçülük mü diyen bile oldu bu ülkede. Halbuki o öykündükleri 19 yy.da en büyük sanayi yatırımcısı bizzat devletin kendisiydi. Askeri donanım fabrikaları, tekstil, deri, porselen. fabrikalarını Osmanlı kendisi işletiyordu.
Ancak orada Atatürk'ün devlet anlayışından önemli bir fark vardı: madencilik, demiryolları, ( gaz, tramvay, su), liman işletmeleri gibi alanlar da yabancıların elindeydi.
Kuşkusuz, devletçilik konusunda da Atatürk'e ışık tutan Osmanlı aydınları vardı.
1980'lerde en çok okunan kitap Ahmet Mithat Efendi'nin Ekonomi Politik adlı eseriydi ki devlet müdahalelerini savunuyordu. Milliyetçi ideologlar da devletçi ekonomiden yana tavır takınmışlardı.
" Her alanda büyük ölçekli sanayiinin başlatılması ancak devlet çabasıyla gerçekleşebilir. Türk devletinin bağımsız bir milli devlet olmaya gücü vardır. Türkler doğuştan devletçidirler." sözleriyle de devletçilik fikrinin cumhuriyet öncesi oluşumuna destek verenlerden biri de Ziya Gökalp'ti.
Tüm bu anlattıklarımızın en önemli dayanağı olan " bağımsızlık" hatta " Tam bağımsızlık" fikrinin kapsamını ve gerekçesini ortaya koymaktan öte bir şey değildir.
"Tam bağımsızlık denildiği zaman, doğal, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel, vs. her konuda tam bağımsızlık ve serbestlik kast olunmaktadır. Bu saydıklarımdan herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun olmak, gerçek anlamıyla bütün bağımsızlıktan yoksun kalmak demektir."
İşte bu nedenle devletçilik bu cumhuriyetin temel ilkelerinden biridir.
Öyleyse Atatürk'ün; "(Yöneticiler), iktidara saltanat sürmek için değil hizmet için getirilmişlerdir. (...) Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye yetkili kılınanlar, gerektiğinde ulusa hesap vermek zorunda olduklarını bilmelidirler." sözünü bir kez daha anımsa(t)makta yarar olduğu açıktır.
Dilerim ki bu millet, yabancılara peşkeş çekilen bunca kurum ve kuruluşun önemini anlamak için yeni bir kurtuluş savaşı daha yaşamak zorunda kalmaz.
Bir sanat eserini başyapıta çeviren en önemli bileşen üsluptur. Bunca değişimi bir devrime dönüştüren de aslında üsluptur. Yönetme üslubu. Bizi bugünlere dek esenlikle getiren bu üslubun, dünya durdukça ulusumuzun ışığı olmasını diliyorum.