DOĞA HAKLARI
Bir de bu mu çıktı başımıza diyenleri görür gibiyim.
Çocuk hakları, kadın hakları, engelli hakları, göçmen hakları…
Ve İnsan hakları…
Aslında hepsi insan karşısında, insan tarafından, insan için geliştirilmiş.
Peki, hayvan hakları?
O da aslında dolaylı olarak insanın varlığına hizmet etmiyor mu?
İşte size yeni bir alan daha.
Doğa Hakları.
Bana sorarsanız, böylesine boyutlu bir haklar dizisinde “Doğa Hakları”ndan söz ediyor olmak bilincimizin gereği olduğu kadar aymazlıklarımızın da hangi boyutlara vardığının bir göstergesi.
Doğa ki bizi var eden, yarattığımız değerleri on binlerce yıldan bu yana koruyan, kuşaktan kuşağa taşıyan varlıklar bütünü. O varsa varız; yoksa yokuz…
Oysa biz sanıyoruz ki doğa bizim uşağımız.
Öyle ya dinler, evrenin bile insan için yaratıldığını söylemiyor mu?
Biz, “eşrefi mahlukat”ız ya! Dağlar, ovalar, nehirler, denizler ve bilumum canlılar malımız.
Biz şahlar şahıyız.
O iflah olmaz egomuz, o muhteşem harmonide bir harf, bir nota, bir renkten öte bir şey olmadığımızı asla kabul etmiyor.
Tüketiyoruz; kendimizi tükettiğimizi fark etmeden…
Dönüp kendi elimizle yarattığımız felaketlerin müsebbibi olarak “Yaratan”ı gösterip rahatlatıyoruz kendimizi.
Geçen beş yıl içinde yaşanılan coğrafyanın olanaklarını ve sorunlarını değerlendirerek gelecek planlaması yapmayı ilke edinen Muğla Büyükşehir Belediyesi, iki günlük bir çalıştayla bizleri DOĞA HAKLARI konusunda aydınlattı.
Çalıştayı izlerken hâlâ cesur bilim adamlarımızın varlığıyla sevindim. Ancak dünyamız; özellikle coğrafyamız için dile getirilenlerin, yaşadığım endişelerden çok daha derin ve boyutlu olması nedeniyle ürktüm.
Özellikle 1950'li yıllardan bu yana katlanarak artan köyden kente göçte yolun sonuna geldiğimiz açık. Nüfusu yılda %10-15 artan kentler, hızla boşalan, terk edilmiş köyler bu yurdun kaderi olmamalı.
Gökdelenlere, AVM'lere, saraylara, otellere, otomobillere sığdırdığımız yaşam yüzünden geride bıraktığımız çöpün doğada açtığı yaraların kangrene döndüğünü fark etmek zorundayız.
Petrol, kömür, altın, gümüş... Yeter ki maden olsun toprağın altında, uğruna ne kuş, ne balık; ne ağaç, ne çiçek... Anında darmaduman ediyoruz; dağları, ovaları.
Hani cehennemdi; Hades'in eviydi yerin altı?
Hani cennetti bu yeryüzü?
Bu dünya cennetini, ne uğruna cehenneme çevirdiğimizi anlamak için illa ki doğanın bize sellerle, kuraklıklarla, hastalıklarla, toplu ölümlerle ders mi vermesi mi gerek?
Bu aymazlığın adı "Benden sonrası tufan" değil de nedir?
Hani biz çocuklarımızı canımızdan çok severdik.
Bir şeyler yapmak gerek: Hem de önyargılarımızdan, kişisel çıkarlarımızdan, duyarsızlıklarımızdan arınarak, hiç vakit geçirmeden.
Bizim ortaklaşa iş yapma için "imece" dediğimiz çok değerli bir geleneğimiz vardı. Ne yazık ki bu geleneğimizi unuttuk. İşleri birilerine havale etme anlayışımız, giderek hayatın her alanında etkinleşti.
"Herkes kapısının önünü süpürse" diyen insanımız, bugün küçücük bir şeyde sanki kendisi hiçmiş gibi "Belediye yok muu?" , "Hükümet neredee?" diye bağıran bir sorumsuzlar topluluğuna dönüştü. Oysa sorumluluk kişiden başlıyor. Yerdeki çöpü eğilip almaktan yüksünen kişilerin dayandıkları dağların, çimdikleri derelerin ellerinden uçunca bağırmalarının bir etkisi olmuyor. Çünkü subaşlarını devler tutmuş oluyor.
Yeni bir yerel yönetim anlayışından söz ederken söylediğim; katılımcılık, yerindenlik, saydamlık ve yönetişim gibi temel ilkeler, bugün dünden çok daha gerekli.
Bilelim ki ne denli güçlü olursa olsun artık, kimi doğa haklarını korumak için STK'larla ortaklaşa hareket etmeyen belediyelerin; kimileri için halkıyla demokratik bağları olmayan hükümetlerin gücünün yetmeyeceği açıktır.
Ya herkes sorumluluklarını hakkıyla yerine getirecek; ya da nehirler; göller kuruyacak; denizler zehir saçacak; toprak çölleşecek, ormanlar yok olacak: Güneş ateş; yağmur sel olarak yağacak üstümüze.
Yazık olacak dünyanın milyonlarca yıllık emeğine. Yazık olacak insanoğlunun on binlerce yıllık birikimlerine.
Dileyelim, Muğla Büyük Şehir Belediyesinin duyarlılığı tüm belediyelerimize ve hükümetimize kıvılcım olsun.