DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜNE... MAVİ YENGEÇ AYAĞI KOLYE

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜNE...

    MAVİ YENGEÇ AYAĞI KOLYE

     O gün de sabahın köründe kalkmıştım. Kıyıda, boncuk dediğimiz renkli deniz kabukları arıyor ya da öyle görünüyordum. Yüreğim, sel sularının öteye beriye vura vura taşıdığı çürük bir kütükten farksızdı. Yığdığı kuru eriştelere çarparak gluk gulap sesleri çıkaran dalgalara aldırmayışım da ondandı.

     Gün öğleye varıyordu. Sanki bir ateş dağı çökmüştü sahile. Şapkam bile ağır geliyordu. Ensemden süzülen terin kuyruk sokumuma dek aktığını hissediyordum.

     Ben doğma büyüme buralıyım. Boncuklardan değişik biblolar, kolyeler yapmayı büyüklerimizden öğrenmiştik. Yaptıklarımızı, akşamları kasaba sahilinde açtığımız sergilerde satardık. Kadınlar, özellikle de genç kızlar kolyelerimi, bileziklerimi çok beğenirdi. Söylediğim fiyata hiç itiraz etmezlerdi. Binlerce boncuk içinden seçerdim tanelerini. Her birini farklı modellerde yapardım; bir benzeri yoktu hiçbirinin.

     O güne dek deniz kabuklarından üç kolye armağan etmiştim Seda'ya. İlkini yıllar önce hazırlamıştım. Evleneceğim kadına verecektim onu. Ama söz arasında böyle bir armağan hazırladığımı ağzımdan kaçırınca, isterim diye tutturdu. Ben de ilk tatil dönüşü götürdüm. Çok özeldi benim için. Onunla evlenmeyi kafama henüz oturtamamıştım; ama kırılmasın istedim.

     Mavi yengeçleri bilir misin? Buralarda pek bulunmaz; belki de bu yüzden ona sahip olanların ömür boyu mutlu olacağına inanılır. Bu yüzden genç kızlar, sevgililerinden mavi yengeç ayağı bir kolye beklerler. Seda'ya verdiğim de mavi yengeç ayağından kolyeydi. 

    Deniz kumlarından ve kabuklarından bir kutu hazırlamıştım. Kolyeyi  o kutuya yerleştirdim. Rengine bayılmıştı, ama onun yengeç ayağı olduğunu anlayınca kutuyu kapatıvermişti. Kutuyu sonraları evde gördüm ama içi boştu. Daha sonraları kutu da kayboldu, sanırım hizmetçi çöpe atmıştır.

     İkincisi bir zincirdi. Şöyle minicik, hani neredeyse kum iriliğinde kabuklardan yapmıştım.  Şöyle deve tüyünden tütün sarısına geçen bir dizi. Yaparken olur mu, diye çok merak etmiştim. Bitince çok sevdim. Bir bayramda armağan alacak param yoktu. Onu armağan ettim; ama Seda onu da takmadı.    

     Evet, evet, üçüncüsünü takmıştı. Babasının üyesi olduğu derneklerden birinin balosuna gidecektik. Sırtında çok sevdiğim eski kiremit rengi giysisi vardı. Kapa gözlerini demiş, boynuna takıvermiştim.  Aynaya koşmuştu hemen.

    "Alışılmışın dışında. Herkesin gözü benim üzerimde olacak." demişti; ancak bir daha takmadı. Sanırım o gece hiç kimse o takısından söz etmediği için yapmıştı bunu.

    Ona yeni bir kolye yapmamaya kararlıydım. Hatta o kolyeleri de alıp gitmek istiyordum. Özellikle mavi yengeç ayağı kolyeyi ona verdiğime bin pişmandım.

         ***

      Deniz şu anki gibi kıpırtısızdı. İnsanlar başlarını hasır şemsiyelerden çıkaramıyordu. Görünüm şu gördüğünün bir kopyasıydı. Yine böyle birkaç çocuk annelerinin uyarılarına karşın kumla oynuyor; birkaç genç de şemsiyelerin altında yatan kızlara gösteriş yapa yapa yüzüyordu. 

     Kafamı kumlardan kaldırdığım bir an köpeğiyle burun buruna gelmiştik. İrkilmiş, kekelemiştim:

     " Şey, köpek, pardon!"

     Çünkü o an, onu, yani Nefise'yi görmüştüm. Önümde bir tanrıça gibi duruyordu.

     Gözüm gerdanına kaymıştı. Bikinisinin iyice biçimlendirdiği memelerinin arasına sarkan bir yeşil taş büyülemişti beni. İyice bronzlaşan teninin üzerinde sanki bir zümrüt. Kendimi tutmasam uzanıp avucuma alacak, dakikalarca okşayacaktım dalgaların biçimlendirdiği o yeşil taşı.

     Memelerine baktığımı sanmasın diye başımı daha da kaldırmıştım. Bu kez gözlerinin taş renginde olduğunu fark etmiş, duyulur duyulmaz bir sesle:

   " Çok güzel.Taş." demiştim.

   " Bir yerlerde oturmaya ne dersiniz?" demişti.

    "Beni herkes tanır buralarda. Bir bayanla oturduğumu hemen Seda'ya yetiştirirler. O olmazsa babasına söylerler."

     Sadece içimden geçirmiştim bu düşüncelerimi.

     " Peki!" demiştim.

     İnsanlar,  şemsiyelerin altından kaplumbağalar gibi başlarını uzatarak bize bakıyordu. Nereye gidelim diye sormamıştık birbirimize.                                                                

                            ***

      Balık sözcüğünü duysam bile deniz tutkusu sarar benim ruhumu. Üniversitede okuyordum. Ankara, buralara olan özlemimi hep körükledi, benim. Kendimi oraya ait hissedemedim hiç.

      Kızılay'ın arka taraflarındaydı. Oralarda balık pazarının olduğunu bilmiyordum. Rastlantı işte. Pala bıyıklı, yığma enseli adam kokuşmuş ellerini kırmızı önlüğünün ceplerine sokup paraları karıştıra karıştıra bağırıyordu.

      "Derya kuzuları bunlar! Şuna bak, günlük!"

      Sıska bir çocuk maşrapayı kazana daldırıyor, karınları patlamış balıkların üstüne su serpiyor, gözüne ilişen diri balıkları en üste çıkarıp tezgâh yapıyordu. 

      Şimdi bile sardalya sürüleri dolaşırken hemen denize atlarım. Pullarının peşinde binlerce minik balık olur.  O pul kümesinin ortasına bırakırım kendimi. Az sonra o minik balıklar korkusuzca sarar bedenimi. Birkaç dakika içinde ellerim kollarım balık salkımı olur. Ha bir de onların peşinde sarpalar olur. Onlar denizin yüz metrecileridir. Birden öyle fırlarlar. Su ne denli berrak olursa olsun göz açıp kapayana kaybolurlar.

     "Bunlar ne?"

       Bendim soran. Adam beni müşteri sansın da oyalanmama izin versin, diye sormuştum. Su döken çocuk yanıtlamıştı sorumu:

      "Balık ağbi."

       Gülümsemiştim. O yığma enseli patron eklemişti:

      "Okuman yazman yok mu, yazıyor baksana!"

       Tezgâhın üstünde ıslana ıslana mürekkebi iyice dağılmış etiketi göstermişti:

       "Sardalya!"

       "Bak ben buraların kırk yıllık balıkçısıyım."

         Kafasını yoldan geçenlere çevirip bağırıyor.

        "Gel, gel, gel!"

        Sonra bana soruyor:

        "Ne kadar istiyorsun?"

        Ben balık almak için değil, balık kokusunu içime çekmek için duruyordum orada.

        "Kızılay'ın kırk yıllık balıkçısı, buradaaa!"

        İrkiliyorum. Olsa olsa kırkında olabilecek bu adam nasıl kırk yıllık balıkçı olur ki? 

        Adamı sevmemiştim.

        "Kardeşim almayacaksan, tezgâhın önün boşalt!"

        Azarlar bir ses tonuyla söylemişti. Ters ters bakmıştım. Başını yana çevirirken:

        "Allah'ın Çorumlusu ne anlayacak balıktan?" diye söylenmişti.

        Çorumlu değildim. Hatta Çorum'u bile görmemiştim. 

       " Keşke kimseler almasa, patlasa karınları, kokuşsalar." Kendimi alamamış olmalıyım: "Tutanına da satanına da satın alanına da ."

         Son cümlemin sonu sesli söylemiş olmalıyım. Orta yaşını geçmiş bir adam:

"Bir şey mi dedin?" demişti.

"Yok, hayır, yok, size değil." kekelemiştim.  

       İlk kez orada görmüştüm onu.  "Bir şey mi dedin?" diyen adamın arabasındaydı. Bize bakıyordu. Şaşkınlığım hoşuna gitmiş olmalı ki gülümsemişti.

       Ne kadar zaman geçmişti aradan bilmiyorum. Fakülte merdivenlerinde karşılaşmıştık bu kez. Tanımıştık birbirimizi. Sonrası.   

        İçimde aman aman duygular oluşmamıştı. Ankara yalnızlığındandı sanırım. Çevremizdekiler bizi sevgili ilan edivermişti. Hiçbir şey benim kontrolümde gelişmiyordu. Annemin babamın bile haberi olmadan nişanlanmıştık. Haşim Bey yazları kızından ayrı olmayayım diye, şu yan taraftaki siteden bir ev almıştı. Yaz kış birlikte oturur olmuştuk.

                 ***

     Sitenin kafeteryasında oturmuş, sözden söze geçiyorduk. İnsan ilk karşılaştığı kişiyle konuşacak bu denli sözü nerden bulur ki? Neler anlatmamıştık ki birbirimize.

     İlginç, aynı üniversitede okumuşuz. Hem de aynı devrede. Öyle zamanlarda aklıma hep Seda gelir.

     Seda özlemiştir beni. Nasıl özlemse?

     "Nerelerde kaldın? Annem, babam seni merak ettiler."

     Böyle başlardı tüm karşılama törenleri. Nerede, ne, nasıl, niçin. bitmezdi bir türlü soruları. Tören, ailenin köklülüğüyle, ehli namusluluğuyla ilgili bir söylevle devam ederdi.

      Sevmiyorum be, sevmiyorum işte. Güzelmiş, zenginmiş, itibarlıymış. Sevgi için bunlar olmazsa olmaz şeyler mi ki?

       Kalkalım mı demiştim, kabalık yapıyormuş duygusuyla. Ayrılığı istemese de bunu fark ettirmemek için.

      "Tabi tabi!" demişti. Kalkmama bile fırsat vermeden kasaya parayı ödemişti. İyice utanmıştım. Gerçi o ödemese ödeyecek bir kuruş bile yoktu üstümde.

      "Beni iyice mahcup ettiniz." demiştim.

       Gözlerimin içine bakarak:

    "Bana neler bağışladığını bir bilsen." demişti.

     Ne bağışladığımı bilmiyordum. Onu her anımsadığımda içimden geçen gece treni ilk seferini o an yapmıştı. Birlikte sahile doğru yürümüştük. Güneş başını iyice eğmiş, sahil kalabalıklaşmıştı. Seda da yüzmeye gelmiş olabilir, diye endişelenmiş; ama içimdeki bu korku sesine de öfkelenmiştim.

    "Ya sevmiyorum diye geceye haykırmaktan vazgeç, ya da çek git!"

    " Sen beni terk edemezsin. Koskoca Haşim Atçı'nın kızı nişanlıdan ayrılmış, dedirtmem ben."

    " Peki peki, evlenelim bir de bebeğimiz olsun. Sonra sen yoluna, ben yoluma..."

     Beylik sözleriydi bunlar. Her ayrılık söz konusu olduğunda birini söylerdi kesinlikle. İşler sarpa sararsa bir özel armağan gelirdi babadan.

     Tam şurası, şu kayanın dibi baykuş gözlü Talat Bey"in yeriydi. Yıllardır gelmiyor, ölmüştür her halde. Oltasına takılan yeni doğmuş çocuk eli büyüklüğündeki balığı iğnesinden çıkarırken bizi görmüş; ama kim olduğumuzu algılayamamıştı. Kıllı kalın bacaklarını birbirine sürte sürte koşmuş. Balığı kovaya atıp sanki yenisi onun oltasını bekliyormuş gibi geri gelmişti. Misinayı başının üstünde büyük bir mutlulukla döndürüp fırlatmıştı. Kurşun ta ötelerde duyulur duyulmaz "cup" sesiyle denize düşmüştü.

     Beni bir daha görmesin diye kayanın arkasına sıvışmıştım. Biliyordum ki akşama yetiştirirdi Haşim Bey'e.

     " Sizin damat adayı azizim."  

     İçimden kovadaki balığı alıp denize atmak geçmişti.

     "Koş, şu balığı kovadan alıp denize atalım. Belki arkadaşlarına, oltaların nasıl bir şey olduğunu anlatır da bir daha oltalara yakalanmazlar." demiştim.

     İtiraz etmeden gelmişti peşimden. Balık sırtüstü dönmüştü. Onu denize atmanın bir yararı yoktu. Çünkü Talat Bey, aceleyle balığın ağzını yırttırmıştı.

      Kovanın başında öylece çömele kalmıştık. Göz gözeydik. İkimiz de gözlerimizi kaçırma gereği hissetmiyorduk. İçimizden geçenler sindire sindire yaşanması gereken duygulardı; ancak bir deli rüzgâr gibi geçip gidiyordu.

      Gözlerinin yeşili, kolyesinin yeşiliyle; kolyesinin yeşili, bikinisinin yeşiliyle bir renk cümbüşü oluşturuyor.   O an onun gitme acısı çöktü içime. O gidecek; ben de eve dönecektim. Sorguya çekilecektim. Gidelim deseydi gider miydim ki!

    " Özlemin olmadığı yerde sevgi yoktur." demişti, durup dururken.

    " Özlem gittikçe arsızlaşan, vuruşan dalga gibidir. Bir şeyleri kırmadan, aşındırmadan durulmaz."

     Bu sözler benim miydi; yoksa onları bir yerde mi okumuştum.

    Güneşi almıştı arkasına. Saçlarını delip geçen ışınlar bana bir bilinmezin yolunu gösteriyordu. Ulu orta, kimselere aldırmadan ellerini tutmuştum.

    "Bekle beni burada." deyip eve koşmuştum. Seda'ya armağan ettiğim kolyeleri alıp soluk soluğa geri dönmüştüm. 

     Çıplak ayaklarıyla kuma bir şeyler yazıyordu. Beni görmüş; ama başını kaldırıp bakmamıştı. Eğilip iki elini avuçlarıma almış, cebimden çıkardığım kolyeleri avucuna sıkıştırmıştım. Yüzünü kaldırıp bir kez olsun gözlerime bakmadan güneşin battığı yöne dönüp yürümüştü. Köpeği bir süre ayaklarımın ucunda beklemişti.

Onun bana, "Hadi git peşinden." dediğini adım gibi biliyorum.

Dokuz on adım sonra köpeğini çağırıyormuş gibi dönmüş:

     "Bartu, gel, gidelim!" demişti.

      Bartu. Bana tanıdık bir isimdi bu.

     Gözlerinin ışıltısından ağladığını anlamıştım.

     Eliyle "Hoşça kal!"  işareti yaparken;

     "Seda'ya selam söyle!" demişti.     

      Zıpkın yemiş balık gibiydim. Gitsem ayaklarım gitmiyor, kalsam yüreğim kalmıyordu.

      Boncuk aramaya dönmüştüm yeniden. Deniz dalgalanmıştı. İrice bir dalga kuru erişte yığınlarından kopardığı ince kumları yeniden denize çekerken gördüm. Koştum, yakalayamadım. Bir mavi yengeçti gördüğüm. Eğer yakalayabilseydim kesinlikle ona oracıkta bir kolye yapardım. 

     " Kaç yıl geçti aradan."

     " Yirmi beş."

     " Neden gitmediniz ardından?"

     " Seda'yı bırakamadım."

     " Onu bırakmışsınız ama!" 

     Bana o gün bir öykü anlatmıştı. Aslında öykü de değil, bir filmmiş: "Deniz kaplumbağaları karaya yumurtluyorlar. Kabuğunu kıran yavru, tüm can alıcılarına karşın denize, hep denize koşuyor.

      "Kara korkunçtur onlar için." demişti. "Onlar, kimse öğretmese de yaşayabilecekleri yerin deniz olduğunu bilirler. Aslında bu, tüm canlılar için böyledir. Ayakları olan ayaklarıyla, kanatları olan kanatlarıyla gider."

     Sonra da eklemişti:

     "Ama aşık, yüreğiyle gider, gitmesi gereken yere."

     "Demek ki siz aşık değilmişsiniz?"

     " Ona aşıktım. Kararlıydım onunla gitmeye. Birlikte olduğumuz iki gece, konakladığı çadırına çok özel eşyalarımı bile taşımıştım. Ertesi sabah birlikte gitmeyi kararlaştırdık. Seda'ya allahaısmarladık diyecek gelecektim. Böyle sözleşmiştik."

     "Ama siz, hiç dönmediniz."

      "O gece yarısı eve döndüğümde Seda beni bekliyordu. Çılgın gibiydi.  Ona armağan ettiğim kolyeleri soruyordu.  Ona yalan söyledim. Kendisine verdikten sonra hiçbirini bir daha görmediğimi söyledim."

     " Neredeyse sabaha dek kavga ettik. Aslında ben de istiyordum bunu. Haşim Bey, çıkıp gelsin, yeter kızımı üzdüğün, defol git, desin istiyordum. Ama şaşılacak şey, hiç kimse üst kata çıkıp tek kelime söylemedi. Özel çantamı aldım, kapıyı çarpıp çıkıyordum ki Seda bağırdı."

"Şimdi gidiyorsun; ama sakın çocuğunun yüzünü görmek için geri dönme."

      "Oraya mıhlanıp kalmıştım. Bir ara bunun bir yalan olabileceğini düşündüm ve yürüdüm. İşte o an, korkunç bir çığlık atarak bayıldı. Apar topar hastaneye kaldırdık. Günlerce hastanede kaldık." 

     " Ama sizin çocuğunuz yok."

     " Dış gebelik diye bir şeyden söz ettiler o zaman."

     " O arada çadıra dönemez ya da haber veremez miydiniz?"

      " Döndüm. Daha o günün gecesi otele diye ayrıldım hastaneden bir taksiye tutup doğru ona geldim. Ancak çadırın yerinde yeller esiyordu."

       "Konuşmalarınızdan onunla ilgili bilgiler yakalayamadınız mı? O bilgilerden yola çıkarak ona ulaşamaz mıydınız?"

        "Seda'nın hamileliği yalan çıkınca onu terk ettim. Bu arada okul bitmişti. İşsizdim. İzmir'de, İstanbul'da cebimdeki parayı sıfırlayıncaya dek iş aradım. Baktım olacak gibi değil bir yaz kazandığım kolye paralarını biriktirerek askere gittim. Döndüğümde yine işsizdim."

       "Güz başıydı. Bir gazeteden aradılar. Spor yazarlığı teklif ediyorlardı. Garipti. Gerçi üniversite futbol takımının yıldızıydım; ama bu yeter miydi? İngiliz dili ve edebiyatı okumuştum. Okul dergilerde tek tük yazılarım çıkmıştı; ama yazar değildim ki!  Hele hele spor yazarlığı ."

        " Ama Seda Hanım'a yine döndünüz?"

        " Hayır, işime alışmıştım. Bir okur kitlesi edinmiştim kendime. İki yıl sonrasıydı. BBC Türkçe servisinden dolaylı bir teklif de almıştım. O günlerde çalıştığım gazete el değiştirdi. Meğer gazeteyi Haşim Beyin bir dostu almış. Bir balo verilmişti. Baloda Seda'yla karşılaştık. Yolumuz hep kesişiyordu. Artık uzatmayalım dedik ve evlendik."

       " Bartu, sizin fakülte futbol takımındaki lakabınız mıydı?"

       " Evet, siz nerden biliyorsunuz?"

       " Unutmayın ben de gazeteciyim. Bir röportaj öncesi araştırma yapmamızı sizlerden öğrendim"

       " Öyleyse bu anlattıklarımın çoğunu önceden öğrenmiş olmalısın?"   

       " Tahmininizden fazlasını, diyebilirim"

       " Mesela!"

       "Patronumu tanıyor musunuz?"

       " Uzun yıllardır gazete bile okumuyorum. Röportaj isteğinizi Sinan Sami Bey'i kıramadığım için kabul ettim. Çünkü Sinan Sami, şu dünyada hayır diyemeyeceğim tek dostumdur."

      " Biliyorum. Ben de bu nedenle onun yardımını istedim."

       Yorulduğumu hissediyorum. Deniz eskisi gibi ruhumu canlandırmıyor.

       "Artık bitirelim mi?" diyorum.

       Genç gazetecinin tarifsiz bir mutluluğu yaşadığını hissediyorum.

" Gelin sizinle taş sektirmece oynayalım. Nasıl olsa işimi bitirdim. Artık dinlenmek benim de hakkım." diyor.

       Gülümsüyorum. İçimde garip bir şekilde onunla birlikte oynama duygusu uyanıyor.

      " Hadi!" diyor.

      Aynı anda atıyoruz taşlarımızı:

      Bir, iki, üç, dört. Sonrasını sayamıyoruz. İki taşın yan yana suya gömüldüğünü görünce gülümsüyoruz.

      Genç gazeteci bir küçük paket uzatıyor. Her şey için teşekkür ediyor. İçimde adlandıramadığım bir sevinç var.

      Kulübeme döndüğümde ilk işim kapıyı pencereyi ardına dek açmak oluyor. Uykum var; paketi açmaya bile gücüm yok, bir bardak su içiyor, uyuyorum. Uyandığımda paketin üstündeki küçücük etiketteki  "Bartu Can ve Nefise Kozanoğlu'ndan sevgilerle."  yazısını okuyunca kalbim duracak gibi oluyor.

      Titreyerek açıyorum paketi. İçinde tıpkı benim el yazımla yazılmış bir mektup var.

     "Sevgili Babacığım,

     Size böyle geldiğim için özür dilerim. Ne zaman sizi anneme sorsam ya sustu ya da başını yana çevirip bir iki kırık cümle söyledi. Onun yalnız kaldığında hep ağladığını biliyorum. Annemin BBC'de çalıştığı yıllarda araştırmacı gazeteci olmaya karar vermiştim. Tek idealım, sizin izinizi sürmekti. Öğrencilik yıllarımda izin bahanesiyle sık sık Türkiye'ye geldim. Bir gün Sinan Sami Bey ağzından bir cümle kaçırdı. Peşini bırakmadım. Babamın siz olduğunuzu bu çalışmalarım sonunda öğrendim. Sonunda anneme itiraftan başka bir şey kalmamıştı.

     Hayatımla ilgili diğer kişi, eski eşiniz Seda Atçı'yla da bir röportaj yaptım. Seda Hanım'ın annemin üniversite ikinci sınıfa dek can ciğer dostu, sonra da can düşmanı olduğunu öğrendim. Kısmetse kafamdaki bulmacayı sizinle görüştükten sonra tamamlamış olacağım.

     Bu röportajı yayımlayıp yayımlamama kararımı sizinle yapacağımız görüşmeden sonra vereceğim. İçimdeki bir his bu röportajlarımın büyük bir gazetecilik olacağını söylüyor. Çünkü Seda Hanım holding başkanı, annem bir gazete başyazarı; siz de inzivaya çekilmiş bir adamsınız. Şimdiye dek öğrendiklerime göre iki size aşık, iki hırslı kadının müthiş bir mücadelesinin kurbanıyız ikimiz de.

     Unutmadan söyleyeyim, mavi yengeç ayağı kolyeniz, annemin gazetedeki çalışma odasındadır. Annem onun için özel bir fanus yaptırmış. Onu o odaya giren herkes görür; ama öyküsünü kimse bilmez. İnanıyorum ki mavi yengeç ayağı kolyenin öyküsünü sizinle konuşmamdan sonra öğrenmiş olacağım.

     Sevgiler.

     İçimden geçenleri anlatmam olanaksız. Bir süre evin içinde fırr dolayı dönüyorum. Sonra giysilerimi çıkarmadan denize koşuyor, koşuyorum. Deniz ne kadar da uzakmış böyle. Suya atıyorum kendimi,  denizin dibinde yüzüyor, yüzüyorum. Bitmiyor nefesim. Balık mı oldum yoksa diye düşünüyorum. Aslında balık olsaydım demeye gerek yok ki! 

YAZARIN DİĞER YAZILARI