Onu pazarın bir köşesinde kenger satarken tanımıştım. Kenger boyalı; ama temiz mi temizdi elleri. Başörtüsü de entarisi de top donu da öyle. Yıllardır, bu mevsimlerde dağlardan kazdığı kenger dikenini pazarda satarmış. Beni ona götüren arkadaşım:
"Emeğiyle geçinmenin erdemini bilir" dedi.
"Ben, dedi, öyle pis yerlerden diken kazmam. Pis sularda ayıklamam kengeri. Kızlarımı bunun parasıyla okuttum, meslek sahibi yaptım. İşini yavuz tutan da, işine hile hurda karıştıran da karşılığını alır."
O, kengeri tartarken, onu tütün, pamukta; ekinde, harmanda binlerce kez gördüğümü fark ettim.
Dünya, neden böylesine yaşanası diye düşündüm kaldım?
***
Bütün gün, bir daireden ötekine koşturmaktan yorulmuştum. Dolmuşa bindim kendimi en arka sol koltuğa bıraktım. Dolmuşun bir köy kavşağında durduğunu bile hissetmemiştim:
- Cümleten hayırlı yolculuk dedi bir kadın.
Kafamı kaldırdım. Otuzlu yaşlarda başı bizim ora işi kar beyazı örtülü bir köylü kadınıydı. Teşekkür ettim, yalnız kendimin duyabileceği bir sesle. Doğrusu başka bir ses de duymadım.
Bir sonraki köy kavşağında dolmuş, yine durdu. Kadın bu kez inerken:
- Uğurlar ola, dedi. Yolunuz açık olsun
Başbakan Davutoğlu'nun eşinin kurultay salonuna girerken erkek milletvekillerini elini sıkmayıp sadece kadınların elini sıktığı anları anımsadım, düşündüm kaldım. (Hanımefendi sadece Sayın Erdoğan'ın elini sıkmıştı...
***
Generaller darbe yaptığında oğlu henüz on yedisindeydi. Reşit olmadığı için idam edilemezdi; ama darbeciler kararlıydı. Yaşını büyüttüler ve bir şafak vakti astılar oğlunu.
12.489 şafağı oğul yasıyla karşıladı. 3 Mart 2015'te mezarında oğul toprağıyla buluşunca dindi özlemi.
Bense "Asmayalım da besleyelim mi?" diyenleri alkışlayan yalaka ordusunu anımsadım ve düşündüm kaldım.
***
Oğlu 8. sınıf karnesini yenice almıştı. Sabah kahvaltıyı hazırlamış ekmek almak için bakkala gidecekti ki oğlu;
"Dur anne ben alır da gelirim. " dedi.
O oğul, eve 269 gün sonra bir tabutta 16 kilo olarak döndü.
Devrin başbakanı "O çocuk teröristti. Mezarında demir bilyeler neyin işaretidir.", "Çocukları en iyi öldürmesini bilen devlet İsrail'dir." dedi, düşündüm kaldım.
***
O, bu kez çadırlar içinde yarı Türkçe yarı Kürtçe ağıtlar yakıyordu. 6 şiddetindeki depremde kaybetmişti sevdiklerini.
Daha birkaç gün önce uzaklarda 8.8 şiddetinde bir depremde bile insanlar, sevdiklerini bu denli çok yitirmemişti. Oysa kendi evi, bir anda nasıl da toprak yığınına dönüşüvermişti?
Farkında mıydı acaba yoksulluğunun, 60 yıldır iktidarda olanların yalanlarının, talanlarının? Yoksa tevekkülün ve çaresizliğin dışavurumu muydu bu ağıtlar, düşündüm kaldım
***
Çığlıkları beynimin içinden çıkmamıştı kaç zamandır. Acımı yeni yeni bastırıyordum ki yeni bir maden kazasından sonra gördüm onu. Elleri böğründe, ağıtlar yaka yaka derelerden maden ocağına doğru koşuyordu. Belki kardeşi vardı içerde, belki oğlu, belki kocası.
Vardiyalara uğurlarken onu, yüreğinin bir köşesine ilişiveren bir daha
görememe korkusu gerçeğe dönüşmüştü işte. İnsan, sevdiğini bile bile ölüme gönderir mi hiç?
Başka ülkelerin maden ocaklarında, bu kadar sık kaza olmaz da neden benim ülkemde olur diye sorgulamış mıydı? Yoksa büyüklerimiz bilir deyip yazgısına boyun mu eğmişti; düşündüm kaldım.
***
Mart ayının sağı solu belli olmaz. Bunu bilirdi bilmesine de yine de gönlü bahara aldanırdı. Bir lale, bir papatya, zamanı hayra yormasına yeterdi.
Az kaldı derdi içinden. Oğlu bir şafak sayıyorsa, o kimselere belli etmeden bin şafak sayardı. Diyarbakır mı demişlerdi haberlerde, Şırnak mı, Hakkari mi yoksa? Adını bile doğru dürüst söyleyemediğimiz El Bab mı, Mümbiç mi membiç mi? Mayın, PKK, İŞİD - DEAŞ- DAİŞ, eşkıya, terörist, gerilla. Muhterem Hocaefendi - Fethullah Hocaefendi - FETÖ... Ne önemi vardı bu sözcüklerin?
Yanan onun yüreğiydi. Kalan ömrünün yükünü sırtlamıştı işte.
Acaba o da "Vatan sağ olsun!" deyip köşesine mi çekilecek miydi? Yoksa ona bu acıları yaşatanlar, Türkiye'nin geleceğini belirlerken, poğlunun hangi savaşta niçin öldüğünü bir kez olsun sorgulayacak mıydı; düşündüm kaldım.
***
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliklerinin açılışında görmeyen gözlerle gelene geçene lokma dağıtan Dr. Bedriye Gürkan ve arkadaşlarını izlerken hayalimde pamukta, harmanda atölyelerde, fabrikalarda; okullarda, hastanelerde ekmeklerini kazandıkları için mutlu olan kadınlar vardı.
Genç bir dostla rıhtıma çıktık. Lodos, denizin yüzeyinden topladığı tuzlu suları evlere, sokaklara serpiyor, yat serenlerinin uğultusunu tepelerden tepelere aşırıyordu. Tam bir cadı düğününün içinden geçiyorduk.
Genç dostum "Sıkı tutun bana. Nice yıkıcı olursa olsun, tüm fırtınalar yatışır. Hele bahar böylesine yakınken" dedi. Düşündüm kaldım.