GÜL HATÇE
Onu altı yedi ay önce Bodrum pazarından beş liraya satın aldığımda, bugün peşinde düşe kalka koşuşan yavrularından bir farkı yoktu.
Makine civciviydi. Bir anacımız, kuluçkadan tek yavruyla kalkınca eş dost;
" Pazardan üç beş tane daha al da altına koyuver. Yazık tek civcivle gezmesin." dediler
Ben de pazardan beş civciv aldım ve gece anacın altına koydum. Ama anaç, sabah uyanır uyanmaz onları gagalamaya başlayınca ayırdım; odama aldım.
Hepsi sevimli mi sevimliydi.
Çok sevdik birbirimizi. Avucumdan yem yiyerek, omuzlarımda dolaşarak büyüdüler. Hepsi çok güzeldi. Ama boy poslarından, hatta renklerinden çok huyları farklıydı.
Kimi endamlı endamlı yürürdü; kimi ağır mı ağır…
Adımlarını atarken kafası hep yukarıda, kulağı kirişte gezen de vardı; yanında top patlasa aldırmayan da.
İkide bir toprak banyosu yapmadan duramayan da vardı, suya ayak sokmaya çekinen de.
Ama ikisi vardı ki ilk defa görenler onları asla ayıramazdı. Kına kızılı tüylü, uzun boyunlu, uzun bacaklı; ama huyları da zıt mı zıt.
- Gül Hatçe,
- Yandım Ayşe
Gül Hatçe, evcimen mi evcimen; Yandım Ayşe, bir o kadar güre. Gül Hatçe, her bir şeyi yemez; Yandım Ayşe, neyi bulsa atıştırır.
Ben, Gül Hatçe’yi su içerken bile izlemeye bayılırım. Damlayı gagasına alır; gözleriyle etrafı şöyle bir tarar ve boynunu bir kuğu boynuna dönüştürerek kafasını kaldırır ve yudumu usulca yutar.
Nisanda yaylaya göçünce onları da yanımda getirdim. Her ne kadar zaman zaman bahçede dolaşsalar da şehirde sekiz on metrekarelik bir kümeste yaşamaktan bıkmış olmalılar ki dönüm dönüm tarlaları, yemyeşil otları, böcekleri bulunca ipini koparmış danalar gibi dolaşmaya başladılar.
Yalnız Gül Hatçe, bu dolaşmalara pek katılmazdı. Ne zaman çağırsam koşar gelir, yine eskisi gibi avucumdan yem yerdi.
Mayıs ortasında tarlalardaki otlar birden kurumuş; sabah namazında başlayan traktör homurtuları gece yarılarına dek sürer olmuştu.
Gül Hatçe, artık koşa koşa folluğa gitmiyordu.
Tavuklar, yılın her günü yumurtlayacak değil ya, dedik; üzerinde durmadık.
Gül Hatçe, bir akşam kümese dönmedi. Oraya buraya baktık; ama bulamadık. Gündüz olağanüstü bir şey gözlememiştim. Yine de bir alıcı kuş ya da bir köpek almış olabilir mi korkusu düşüverdi içime. Bütün gece üzüntüden gözüme bir damla uyku girmedi.
O sabah horoz daha erken mi öttü, bana mı öyle geldi bilmiyorum. Yataktan fırladım. Kümesin kapısını açtım. Kardeşlerinde hiç bir telaş yoktu. Sanki geceyi onsuz geçirmemişlerdi.
“Ah Gül Hatçe ah! Böyle kayboluvermen benim suçum.”
Kuşluk vaktiydi. Eşim, büyük bir sevinçle geldi;"Gördüm." dedi.
Anlamıştım.
Nerede, nasıl, nereye gitti?
Sorularımı sıralarken Gül Hatçe’nin bir çalının içine kuluçkaya yattığını çoktan anlamıştım. Çünkü, çocukluğumda, kendi seçtiği bir yere yumurtlayarak kuluçkaya yatan çok tavuğumuz olmuştu.
Eşim, onu otların arasında kardeşleriyle bir arada gördüğünü; ama kısa sürede gözden kaybettiğini söyleyince bu kez sevincim endişeye dönüverdi.
Ya gece tilki ya da sansar alırsa? Öyle ya en sık çalı içinde de olsa bir tavuk gece avcıları için en kolay yemlerden biriydi.
O geceyi de bu endişelerle geçirdim.
Kararlıydım. Bu sabah onu kendim bekleyecektim.
Yine dünkü saatte çıkageldi. Ona yem attım. Avucumdan yesin diye bekledim. Ama yanıma bile yaklaşmadı.
Yemi yedi, suyunu içti. Birkaç kez kanat çırptı. Yumuşak toprakta eşindi,toprakları savura savura banyosunu yaptı.
Gitme vakti gelmişti. Hızla otların arasına daldı. Pür dikkat peşindeydim. Sınıra yöneldi karaağaç, böğürtlen ve otların birbirinin içine girdiği küme içinde kayboluverdi.
Ne denli dikkatli arasam da onu göremiyordum. Sanki yer yarılmış da içine girmişti. Onu kıpırdamazsa göremeyeceğimi biliyordum. Neyse ki gerek kalmadı. Gözlerim, kuru ot dalları arasından beni izleyen gözleriyle buluşuverdi. Onu orada, gece savunmasız ve korunmasız bırakamazdım.
Bütün gün ona güzel bir kuluçka yuvası hazırladım. Hava iyice kararınca elimi uzatıp aldım.. Bağrıma bastım, güzel sözlerle okşadım onu. Ne dediğimi anlamasa da sevildiğini hissetmemesi mümkün müydü ki? Hiç çırpınmadı,"gık"ını da çıkarmadı.
On bir yumurtası vardı. Yumurtalarıyla birlikte yuvasına götürdüm. Önce yumurtaların etrafında bir iki dolandı. Kokladı mı, ısıdan mı anladı bilmem; usulca çöktü ve kanatlarının altına aldı tüm yumurtaları.
Yeni evinde mutlu muydu bilmem; ama güvendeydi. On dokuz gün hiç aksatmadan sabahları, yuvasından çıktı, on dakika kadar beslendi, banyosunu yaptı ve tekrar yumurtalarının üstüne kanatlarını gerdi.
Acaba kaç civciv çıkarabilecekti?
O yumurtaların içinde on bir günlük yumurta da vardı, bir günlük de. Hani yumurta günlük olmalı derlerdi ya! Ya yumurtalar bozulmuşsa?
Beklenen gün, beklenen mucizeler ardı ardına yuvayı dolduruverdi. O güne dek kendisini okşamama izin veren Gül Hatçe birden hırçınlaştı. Ne zaman açılmış bir yumurta parçasını almak için elimi uzatsam, kabarıp “Gurrrk!” demeye başladı.
Yavrular sabırsız mı sabırsızdı. Ayaklanan, annesinin bir kanadından çıkıp ötekinin altıda kayboluveriyordu. Oysa annenin beklediği daha üç yolcu vardı.
Zamanı geçen yumurtaların boş olabileceği ya da yavrunun gelişiminde bir sorun olabileceğini biliyordum; ama nedense o yumurtaları almak içimden geçmiyordu.
Bir çıt sesi… Sonra ortadan ikiye ayrılan kadar aralıklı minik darbelerle gagalanan kabuk.
Kimdi bu yavrunun doktoru, ebesi?
Hani nerede doğum hemşireleri?
Ya anne neden onu görmezden geliyor?
Önce doğan kardeşlerinin üstünlüğü ne?
Yorucu mu yorucu bu dünyaya geliş.
Bir kanat darbesi ve ayakla itilen kabuğun bir yarısı. Islak tüyler, bedeni taşımakta zorlanan bacaklar…
“Ciiiak!”
Bu, “Anne neredesin?” demek olmalı.
“Ciiik!”
Yağmur da nasıl yağıyor. Sanki bulutlar, Yılanlı Dağından. kazanlarını deviriyor. Bir gümbürtü bir cayırtı.
“Üşüdüm” mü demek istiyor acaba?
Gül Hatçe onu duymuyor olabilir mi? Çünkü o, hâlâ önce doğanlarla meşgul.
“Haydi kızım dön bir de bu miniğe bak!” diyorum. Umurunda bile değil.
Alsam avuçlarıma, pamuklara sarsam. Hangi sıcaklık anne tenini tutar, hangi avuç anne kanatları kadar güvenlidir ki?
O an çok istediğim; ama umudumu kestiğim şey gerçekleşiyor. Gül Hatçe, bir anda anne dönüp bu miniği kanatlarının altına alıyor.
“Oh! Kurtuldu." diyor, sevinçle oradan ayrılıyorum.
Daha dün avuçlarımda ısıttığım, el bebek gül bebek büyüttüğüm Gün Hatçe, bugün kendi yumurtalarından dokuz yavrulu anne oluvermişti
Nedense aklım yuvada. Tekrar gitmek durumu görmek için bahaneler yaratacağımdan eminim. Taze ve özel hazırladığım yemi alıp yuvaya yöneliyorum.
“Hayır hayır!”
Minik, yuvanın tam ortasında boylu boyunca uzanmış yatıyor. Bu dünyaya ondan önce merhaba diyenler, üstüne basarak dolaşıyorlar.
Anne;
- Hey, ne yapıyorsunuz. O sizin şanssız kardeşiniz, demiyor.
Elimi uzatıp yavruyu alıyorum. Bana daha önce kabaran Gül Hatçe, oralı bile olmuyor. Çevresinde dolanan sekiz yavruya bir şeyler yedirmeye çalışıyor.
Hayat bu, deyip geçmek mümkün elbette.
Kimileri, "Yirmi bir gün de ne ki? Bir kadın, dünyaya getirebilmek için yavrusunu dokuz ay on gün karnında taşıyor." diyebilir. Ama bu, altı yedi ay önce dünyaya gözlerini açan bir civcivin bugün sekiz civcive annelik yapmasını daha önemsiz kılar mı?
Bence, Gül Hatçe’nin yaşattıklarını anlamak ve yorumlamak bile başlı başına öğretiler yumağı.