Bugünlerde Bodrum, her sabah, bir öncekine göre daha güzel güne uyanıyor. Çok eskilerin Bodrum'a "Bahar Ülkesi" demesi boşuna değil. Çünkü bahar; güneşiyle, yağmuruyla, rüzgârıyla, çiçeğiyle, kuşuyla, böceğiyle buraya her yerlerden daha yakışıyor.
Ne kadar geç yatarsam yatayım yatağımdan penceremden dolan ilk aydınlıkla fırlıyorum. Şöyle limana doğru yürüyeyim; tirhandillerle, guletlerle söyleşeyim diyorum. Ama bahçemdeki güller, şebboylar, karanfiller göz ucuma konup: "Dur, şimdi bizim sevilme vaktimiz. Bizi sevmeden bir yere gidemezsin!" deyip kandırıyorlar beni. Farkında olmadan onlarla eğleşip kalıyorum.
Güller kostak, şebboylar deli baylan, karanfiller kıskanç. Sanıyorlar ki her sabah takılıp kalacağım kendilerine. Güzelden bıkılır mı? Bıkılmaz; ama bu dünyanın güzelleri yalnız onlar değil ki !
Bu sabah; yağmuru bahane ettim, dışarı çıktım.
Bodrum'un yağmuru da öfkem gibi. Paldır küldür yağıyor; ama beş dakika sonra her taraf günlük güneşlik oluveriyor. İşte o an, boydan boya yunmuş arınmış rıhtım ve bir mavisu yaprağa konmuş kelebekler gibi albenili tekneler, avarelik için kışkırtıyor.
Marinanın girişinde durdum. Sesime Balıkçı'nın edasını yerleştirerek deniz üstünde ve içinde yapılmış ve yaratılmışların cümlesine "Merhaba!" dedim.
Gecenin tüm uykusuzluğu gözlerine yüklenmiş bekçi irkildi. Bana:
"Aha! Bir Bodrum delisi daha!" der gibi baktı, dönüp gitti.
"Şşrap! Şap, şap, şap!"
Ses dalga dalga yayıldı. Karşı kıyıya ulaştı. Karşı kıyıda afralı tafralı bir yatın kafasını eğmesinden anladım bunu.
Soluma alakargaların işgalindeki ağaçları, sağıma tirhandilleri, guletleri alarak yürüdüm.
Orada, beni bütün kış beklediği yerdeydi. Onu her görüşümde içimde çağlayana dönüşüveren sevinç, bu kez yine kanatlandı. Bu bir yanılsamaydı. Çünkü kanatlanan sevincim değil, onun burnunun ucundan havalanan martıydı.
'Mavi delisi' dedim, kendi kendime.
Deniz mavi, gök mavi. Borda desen mavi oğlu mavi.
"He heyt! Kayık dediğin böyle olmalı!"
Beni görür görmez, her zamanki gibi zarif bir reveransla eğildi.
- Hayrola, dedim.
- Gidiyorum, dedi.
Kıpır kıpırdı. Oysa ben, oldum olası "gidiyorum" sözcüğünden hoşlanmazdım. Bilirdim ki, kim bu sözcüğü söylediyse bir parçamı da alıp götürürdü.
Boynumu büktüm. Üzüldüğümü anladı, ama renk vermedi. Belli ki benim gibi yüreği yüzünde biri değildi.
- Sana bencillik yakışmıyor. Sen, çevrende olup biten her şeyi yalnız kendi çıkarların açısından değerlendirenlerden değilsin, bunu iyi biliyorum.
- Bencillikten değil bu. Ne yapayım, sevdiklerimden ayrılmaya dayanamıyorum.
- Ben de öyle, dedi.
***
Bodrum yazın ne kadar kalabalıksa, kışın da o denli tenhadır. Akşam bir saatten sonra rıhtımda el ayak çekiliverir. O zamanlarda tekneler ya derin bir uykuya ya da kendi aralarında fısıltılı bir söyleşiye dalarlar. Ancak hava lodos ise, limanda çarmık tellerinin ezgilerinden oluşan bir metal konseri vardır.
İşte böyle bir akşamdı. Bekçiler bile bu gürültülü müzikten yorulan kulaklarını dinlendirmek için kulübelerine çekilmişti.
"Gluk glap!"
Dönüp baktım, mavisi geceye sürme bir tirhandil gülümsüyordu. Bir teknenin en içten merhabası olsa olsa böyle olurdu. O gece ısınıverdik birbirimize. Çarmık tellerinin o avaz avaza ezgileri içinde uzun uzun konuştuk.
- Ben; dedi, Ziya Usta'nın çocuğuyum.
- Hangi Ziya Usta?
Cahilliğime gülmedi.
- Eğer çıralı çamlarının kokusunu almak istiyorsan Göktepe'ye çıkmana gerek yok.
"Ey benim sarı tamburam,
Sen ne için inilersin?
İçim oyuk derdim büyük/
Ben onun için inilerim."
dizelerinin anlamını iyice kavramak istiyorsan, gel sırdaşım ol!
- Ağacın eğrisini doğru kesmenin ustasıydı Ziya Güvendiren, değil mi?
- Işığını denizle buluşturan bir yıldız gibi gülümsedi.
- Ah Mavi Boncuk, ah, dedim.
- Bu kez o şaşırmıştı. Mavi yüzü bir eleğimsağma gibi açılmış, sordu:
- Adımı nerden biliyorsun?
- İçimden sana öyle demek geldi, diye kekeledim.
- Meğer yıllardır can yoldaşı onu öyle severmiş:"Mavi Boncuğum"
- Ben de o günden sonra ona hep öyle seslendim:
- "Merhaba Mavi Boncuk!"
- "İyi akşamlar Mavi Boncuk"
- Bana ne öyküler, ne anılar anlattı.
"Laf aramızda, Aksona Mehmet bile anımsamaz bunu" derdi sık sık.
Bu sözünde küçük de olsa bir kıskançlık hissederdim. Kaş
altından bakar, "Mancorna !" derdim muzip muzip.
- Dudak ucuna bir gülümseme iliştirir:
- "Ben Mavi Boncuk'um, eşsizim." derdi.
***
- Sahi gidiyor musun?
- Evet, dedi, evet, evet.
- Nereye?
- Yurduma?
- Bir kez daha şaşırdım.
- Burası yurdun değil mi senin?
Öyle bir kahkaha attı ki ; Ege'nin ak köpüklü bir dalgası tenha bir koyda ay ışığını öptü sandım:
" Mmmah, şşşvap, şuuuuup!"
- İlahi, yörük oğlu. Sen bilmez misin, teknelerin yurdu denizlerdir, limanlar değil.
Sen dağların rüzgârını yemeden nasıl iflah olmazsan, biz de dalgalarla yıkanmadan iflah olmayız.
Başımı saygıyla eğdim. Onun en derin söyleşilerimizde bile çarmıha gerili bir bedenin acısını hissettirmeyen bilge duruşunu bir kez daha anlamıştım.
- Güle güle, selametle, dedim, rüzgârın kolayına gelsin!
O an, öteki teknelerin "Bu ayrım da neyin nesi?" der gibi sitem ettiklerini fark ettim. Koştum kaleye, gökyüzünden bir mavi bayrak aldım ve salladım denizin mavisinin üstüne:
- Uğurlar ola, dedim, tüm tirhandillere, guletlere. Bize Ege'nin bereketiyle dönünüz.