PASLI KAPI TOKMAKLARI

İrimler, yaylanın kışın dereleri, yazın da yollarıdır. İki yanı yaban asmalarından böğürtlenlere bin bir çeşit çalıyla donanmış bu yollarda yürümek, yaylalılar için yaşamın kaymağı gibidir.

Yaylanın her mevsimi, her ayı, haftası, hatta her günü farklıdır desem bazıları abarttığımı sanacaktır. Olsun, onlara uzun uzun, karaağaçları, çınarları, göç çiçeklerini, göçmen kuşları, yayla bülbüllerini, kurbağa göçlerini anlatmak yerine, inanmayan gelsin yaşasın, derim ben. 

Benim gönlümde yayla karatavuklarının yeri farklıdır. Çünkü herkes,  her şey çekip gitse de onlar, yaylayı terk etmez. Karatavuklar,  hem başakçı hem üreticidir. Yaylalılar, kışlıklarını yüklenip gidince onlar ağaçlarda kalan meyveleri başaklar. Baharda çimlenecek nice tohumları bahçeden bahçeye dağıtırlar.

Bahar ucunda yolunuz yaylaya düşerse kesiklerden gelen değme ustaları kıskandıracak bir ıslık  duyduğunuzda irkilirsiniz.

Fu i ii i fu i.

İlk tepkiniz kesinlikle

"Kim bu?" olur.

O mevsimde size ıslık çalan birilerinin olamayacağını bilseniz de döner bakarsınız. Kimseyi göremez; yola devam edersiniz. Daha beş adım atmamışsınızdır ki o yine seslenir:

Fu i ii i fu, fu fu i fu fui.

Birkaç saniye önceki yanılgı, merakınızı kesmemiştir. Döner yine bakarsınız.

Hani onun bir karatavuk olabileceğini bilmiyorsanız merakınızın korkuya dönüşebileceğini; dahası "Yoksa iyi saatte olsunlar mı dolaşıyor buralarda."  diye de düşünebileceğinizi biliyorum.

Unutmayın,  o sizden şöyle içten bir "merhaba" duyana dek sizi izlemeyi sürdürecektir.

.

İrimlerde yürümek,  bana göre Lokman Hekim'in ilaçlarından da etkilidir.  Ağaçların, çalıların, otların; velhasıl tüm nebatatın tomurcuklanma, çiçeklenme, günü geldiğinde meyveye dönme telaşını izlerken hazzın doruklarında gezinirim.  Bazen bir ot çiçeğinin başında saatlerce beklerim. Yaşamı sorgularım. İyi insan olmak için çıkarımlarda bulunurum.

Keşke otların dilini bilsem. Alamadım veremedim kavgasından uzak dinlesem, dinlesem,  dinlesem derim.

Sormadan edemem: Otlar dünyasında sen ben kavgası var mıdır acaba?

Bazen aykırı sorular da sorarım.

Böğürtlene sarılan sarmaşıklara bakıp yanı başındaki çakal eriğinin  "lan, zillet - illet, cibiliyetsiz " deyip demediğini merak ederim.

Mesela bir ot, hem de bayram gününde, üstelik de kendisini Tanrıya bir adım daha yakın olduğunu sanan bir ayrık otunun çayır çimene "dangalak" deyip demediğini sorgularım.

Kaç yıldır olduğu gibi bu yıl da nisan yarılamadan irimlerde sular çekiliverdi. Güneş, uzun süren kuru kışa "Yeter artık!" demiş olmalı ki dallara, toprağa ve hâlâ kesiklere saklanmış sulara cümbür cemaat inince fırsat bu fırsat deyip çizmeleri ayağıma çektim. Berberler, Ayvalı, Taşhan, Keyfoturağı.Tam dört kilometrelik bir yürüyüş parkurunu çizdim kafamda.

Her dalda tomurcuk. Bir kışı daha geçirmiş olmanın sevinci. Ayvalı'ya inerken yüreğim ağzıma gelecekti:

 "Fu i Fu i!" 

 Bu, büyük olasılıkla  bir karatavuktu. Yine de çevreme bakındım. Görünürde ne bir insan, ne bir kuş vardı. Çalılıklarda bir kıpırtı gözledim. Ondan da eser yoktu.

"Dalga geçiyor benimle köftehor!" diye mırıldanarak yürüyorum.

Bu kez beş on metre önümden geliyor ses:

"Fui Fuii i!"

" Merhaba! Nasılsın? Bu kış çok soğuktu. Üşüdün mü?"

Aslında kendi kendime konuştuğumu bal gibi biliyorum. Olsun, nasıl olsa birileri, bana  "Deliye bak!" demeyecek.

"Fu ii fu, fuii fu, fu fu fu!" diyor yeniden.

Bu kez ıslık, her irimde birkaçına rastlayabileceğimiz metruk yurtlardan birinin avlusundan geliyor. Üstelik biraz daha farklı.

Merhaba diyemiyorsa "Öhö!" dese hiç değilse.

"Merhaba, kim var orada?"

"Fu fu fu  i!"

İçimden "İstediğin kadar öt kandıramazsın beni. " diye geçirip yürüyorum.

Bu kez neredeyse çığlık çığlığa ötmeye başlıyor. Bu bir oyun ötüşü değil.

Fuiii! Fuiii! Fui!

"Ya gerçekten bir insansa?"

"Yok canım, yıllardır kimselerin uğramadığı bir evden bana birinin ıslık çalması olacak şey mi?"

Avlu kapıya yaklaşıp bir delikten içeriyi gözlemeyi düşünüyorum. Kapı öylesine köhne ki. iki babaya tutunmuş, itsem göçecekmiş gibi. Bir iki adım geri çekilip dikkatlice inceliyorum.

"Öyle çoksunuz ki,

Kanatlarınız sarkık, yorgun

Tokmaklarınız menteşelerinizden paslı

Böylesine hasretken sevgilere

Hanginize dokunsam

Parmaklarım sebebiniz olacak."

Yan taraftaki binek taşı gözüme ilişiyor.

Atların eşeklerin en değerli ulaşım aracı olduğu yıllarda daha çok da kadınlar bu taşları basamak yaparak hayvanlara binerlermiş.

"Hey binek taşı! Ne atlar kaldı, ne katırlar.  İnsanlar bile çekip gitmişken hâlâ kimi, neyi beklersin böyle?"

Daha bu soruyu sorarken binek taşına oturuyorum.

Nereden estiyse  Epikür'ün; "Non Fui, Fui, Non  Sun, Non Curo" " Yoktum, varım, olmayacağım, umurumda değil."  sözü aklıma geliyor.

Epikür'ün mezar taşında yazılıymış bu söz.

Fui.yani "varım"."Şimdi"nin,  "yaşadığımız anın" bundan güzel anlatımı olamaz diye geçiriyorum içimden.

Bence, böyle terk edilmişliklere direnen kapılara;  "adhuc fui"  "hâla yaşıyorum." yazmalı.

Taze otları iştahla yiyen kaplumbağaya ilişiyor gözlerim.

Demek ki yaylanın kışuyurları da uyanmış.

Her şey değişiyor. Yaylada da, yayla da.

 "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir." diyor içimdeki ses.

Herakleitos  hoş geldin, diyorum ben de.

***

Birkaç yıl önce yayladan yer aldım deyince;

"Bizim de yaylada bir yurdumuz var." demişti kırk yıllık şair arkadaşım. Sevinmiş; "Birlikte şiir söyleşileri yaparız."  diye eklemiştim.

Ne var ki onun  "Ben, yaylaya 12 yaşında gittim. Götürün beni buradan, diye ağladığımı hatırlıyorum. Bu yaştan sonra hiç gidemem." sözleriyle adeta yıkılmış; insanı böylesine güzel bir doğa parçasından koparan yaman koşullar, gerekçeler olmalı, diye düşünüp susmuştum.

***

"Yeni gelin olmuştum." diye söze başlamıştı yaşlı kadın. "Kendimi yayla, göç ve tütün muhabbetleri içinde bulmuştum. Ay dolmadan tası tarağı atlara yükleyip yaylaya göçtük. Ömrümün bütün yazları yurt dedikleri bir iki minik odalı bir damın önündeki tarlada geçti. Gece ülker doğmadan çalışmaya başlardım. Gün batarken aklımda yarına kalmış birçok işle kıvrılıp yatardım.  "Ek, dik, bak, topla, diz, kurut." dilimdeki sözcükleri toplasan yüzü bulmazdı. Ekimde göç göç çiçeklerinin açmasını dört gözle beklerdim.

Yayla mı? Adını bile duymak istemiyorum."

***

Yaşlı kadının özellikle de son cümlesi günlerce aklımdan çıkmamıştı.

"İşi olsun olmasın hemen her gün yaylaya uğramadan duramazdı. Bahçede ister dolaşsın ister çalışsın radyoda mutlaka güzel şarkılar çalardı. Gün batarken bir ufak kadeh alınca dünyası daha da değişirdi. Yaz ortasında bir ay kaybolurdu. Göçmüyorsunuz.  Yazları burada yaşamak isteyen bir dostum var, kiralar mısın, dedim.

Yutkunmaya çalıştı. Boğazındaki düğümü görünce şaşırdım.

"Ben," dedi. "Yaylasız ölürüm."

***

Kuluçkaya yatan tavuğun altına koyacak günlük birkaç yumurtaya ihtiyacım vardı. Haydi gidelim. Ayşe Teyzede buluruz, dedi komşum. Varıp kapıyı çaldık. Şalvarlı, yaşlı bir adam açtı kapıyı. Buralardan olmadığı her halinden belliydi.

Komşum görünce kekeledi:

"Yumurta. ..teyze . amca."

Adam yüzümüze baktı. Belli ki Türkçe bilmiyordu. Bahçenin bir köşesinde çalışanlara seslendi. Bir çocuk koşarak geldi.

"Biz, Ayşe Teyzeden yumurta almaya gelmiştik." dedi komşum.

Çocuk:

"Ayşe Teyzeyi bilmiyorum."  dedi. "Burayı biz aldık. Burası bizim."

Yaşlı adamın seslenişinden ve çocukla konuşmasından Suriyeli olduklarını anlamıştım.

Çocuk; "Yallah!" komutuyla tarlada çalışan kadınlara ve çocuklara doğru seğirtirken;

"Mae alsalama" dedim...

Adamın yüzü dalgalandı. Bu, bir sevinç miydi, yoksa hiç ummadığı bir yerde ve zamanda kendisine kendi dilinde "Hoşça kalın!" denmesinin bir tedirginliği mi anlayamadım.

***

Öylesine çok öyküsü vardı ki yaylanın, kalemim hangisine değse her birinin romana dönüşeceğini biliyordum.

"Fui!" dedi yine.

Vazgeçtim yazmaktan.

Binek taşından kalktım. Yürüyüşüme devam edecektim ki; "Fui fui" (gitti gitti) dedi bu kez.

Giden miydim, kalan mı farkında değildim.

Soğuk bir rüzgâr esti dorukları karlı dağlardan. Üşüdüm.

Varıp  kapı tokmağına usulca dokundum; pasını silercesine okşadım, okşadım. İstedim ki bir zamanlar berekete dostluklara ve sevgilere ardına kadar açılan bu kapılar,  dünü yarına taşımayı sürdürsün.

"Fui!" dedi. "fui!", "fui!" "fui!"

 Başımı kaldırdım. Kapının üstündeki dallar arasından bana bakıyordu. Gagası kehribar; tüyleri kara elmas... Öylesine güzel, öylesine sevimliydi ki kalbimin ta derinlerinden "Varsın adı kara, kuşları kara, ağaçları kara olsun yeter ki yazgısı "kara" olmasın bu eşsiz yaylanın." dedim.             

YAZARIN DİĞER YAZILARI