ŞADAN GÖKOVALI'YI ANARKEN
Karya'nın yüzyılımızda yetiştirdiği bilgesi Prof. Dr. Şadan Gökovalı'yı
geçen yıl bugün, "Toprağından oldum. Yine toprağına karışmak isterim." dediği Gökova'ya emanet etmiştik.
O, kendi ifadesiyle 1958 Ekim'inde tanıştığı ve derinden etkilendiği Halikarnas Balıkçısı'nın ve onun sayesinde tanıyıp manevi anam dediği Azra Erhat'ın iz süreni, kültür taşıyıcısıydı.
Balıkçı'nın "Şadan Gökovalı'ya arkadaşım, oğlum desem azdır. Çünkü mevcut insanlar arasında beni temadi (devam) ettirecek, daha doğrusu temadi ettirmeye en müsait insan odur. Ölsem ölüm bana galebe çalmamış olacak, çünkü Şadan var!" sözünün sorumluluğunu yaşamının her anında kalbinde hissetmiş;. Balıkçı'nın Düşün Yazıları dışındaki tüm kitaplarını yayına hazırlamıştı.
Olağanüstü bir belleği vardı. Balıkçı'nın tüm yazılarının hangi kitapta; hatta kaçıncı sayfada olduğunu ezbere bilirdi.
Gerçek bir sevgi ustasıydı. Balıkçı'nın; "Her insan bir işlevi yerine getirmek için dünyaya gelir. Bu işlevi yerine getirmek için çalışmak yaratılışa karşı en geçerli duadır." sözü onun da yaşam düsturlarındandı.
"Ben en çok da öğrenmeyi sevdim." demesi de bundandı
Ona göre sevmenin kaynağı bilmekti.
"İnsan bilmediği bir şeyi, tanımadığı bir şeyi sevemez."; "Vatanımı seviyorum demekle olmaz. Vatanını bilmiyorsan, tanımıyorsan nasıl sevebilirsin?" demesi bundandı.
Anadolu'nun her karışında yaratılan her değeri bilir yorumlar ve günümüzün bir sorunsalıyla ya da durumuyla ilişkilendirirdi.
Onun öğrenmenin temel ilkesi , "Ben sevmeyi severim. Meraklıyım. Hatta bazı insanlar nasıl meraksız olur onu da merak ederim." demesi de bundandı.
Sıkça söylediği "Ben üç üniversite bitirdim: Ege Ekspres Gazetesi, İzmir İTİA ve Balıkçı Üniversitesi..." demesi bilge kişiliğinin anahtarı gibiydi.
Şadan Gökovalı öğretmeyi de çok seven biriydi.
Bu yüzden anlatmanın tüm yollarını kullandı.
O, öğrencilerinin "Sadece mitoloji hocası değil, hayat hocasıdır." diye andığı bir eğitimci; Türk turizminin gelişmesi için tezler yazmış bir akademisyen; gezdirdiği grupla geldiğinde diğer grupların rehberlerinin Şadan Hoca anlatsın diye sustuğu rehberler rehberi; TRT'nin arkeoloji belgesellerinin danışmanı; Yılmaz Özdil gibi usta gazetecilerin ustası; Sunay Akın'ın deyişiyle her tarafından şiir fışkıran ozan'dı.
Onu dinlerken övgüyle anlattığı nice söz ustasından çok daha coşkulu bir anlatıcı olduğu fark ederdiniz. Sizi bir anda Arşipel'in ak köpüklü dalgalarının sırtından alır İda'nın , Tomolos'un doruklarında bir akça bulutun kanatlarına bindirirdi. O herhangi bir şairden şiirler okurken kendinizi bir antik tiyatroda bir şölen izler sanırdınız.
O bir yazma ustasıydı.
Cebinde dolaştırdığı kâğıt parçalarında mutlaka hayatınıza dokunacak bir metin olurdu. Onları tıpkı bir çiçek dağıtıcısı gibi dostlarına dağıtırdı.
Bakarsınız koca bir kitapla çıkar gelirdi. Ne zaman yazardı onca şeyi şaşardınız.
Son yıllarda yaşadığı bir sağlık sorunu yüzünden sözlü anlatım güçlüğü çekiyordu. İletişimimizi, telefondan yazışarak gerçekleştiriyorduk. Son yazışmamızda Attila İlhan'ın bir nezarethane duvarında görüp çok beğendiği;
"Kişi kendi arzusuyla terk-i diyar etmez
Sebepsiz gurbetin kahrını kimse ihtiyar etmez."
beyitini göndermiş ve Kirpinin Dansı kitabımdaki "Son Ders" yazısındaki profesörü sormuştu. Onca yazı içinde neden bunu seçtiğini hiç anlamlandıramamıştım.
Bedenin sevgilerini, acılarını, kaygılarını, umutlarını terk etmesi bir gerçek gibi dursa da İnsan, hayata dair ürettiği ne varsa ölümle birlikte dağılıp gitmesini önlemeli.
Yazmak, yedek belleğimizi oluşturmanın en etkili yolu. Can ömrümüz, geride bıraktığımız eserlerin erimine bağlı.
Onu Deli Memet ezgilerine bıraktıktan sonra dönerken Sakar'da Turgay ( Mutlu ) ve Sadettin ( Özbek) kardeşlerimde Sakar'da mola verince Gökova şiirleri okumuştuk. Sadettin;
"Hani Azra ana, hani Eyüboğlu,
Balıkçı desen ses vermez
Çekip gitmiş bunca sorun varken herkes"
derken gözüme uzaklardaki Köyceğiz gölü ilişmiş "Ah şimdi yanımızda olsaydı neler anlatmazdı ki bize?" demiştim.
Üç beş tümceye sığdırdığı koca hikâyeler uçuşmuştu belleğimde.
Ayaküstü Köyceğiz'dan başlar; Dalyan, Kaunos, Döğüşbelen, Abhazlar, mütesellimler, Sandras, Çiçek Baba'dan çıkardı, demiştim.
Gözlerim daha ötelerde, dorukları her dem ak Kragoslar'a takılı kalmıştı bir süre.
Onun duru belleğinden Homeros'un ölümsüz dizelerini dinler gibiydim:
"Ben ta uzaklardan geldim yardıma,
Anaforlu Ksanthos'tan geldim, uzak Likia'dan.
Sevgili karımı, yavrumu kodum orada,
Yoksulların göz dikeceği bir sürü mal mülk kodum.
Savaşa sürüyorum Likia'lıları gene de,
Kendim de en öndeyim işte bak.
Oysa Akhaların alıp götüreceği bir şeyim de yok."
.
Onun dili, Likya'lı Sarpedon'dan, Troyalı Hektor'dan Mustafa Kemal'e uzanan buram buram bağımsızlık ve özgürlük kokan bilincin diliydi.
Bu kez sesimi Gökova uçurumlarına salarak onun yerine bu kez ben okumuştum Homer'in dizelerini:
"Sevgili Phoibos, hadi git şimdi,
Al götür oğlum Sarpedon'u kargı yağmurunun altından!
Sil gövdesinden kara kanı,
Götür uzaklara; ırmağın sularında yıka onu.
Tanrı merhemleri sür bedenine, tanrısal rubalar giydir.
Ver ikiz tanrılara, Uyku'yla Ölüm'ün eline,
Çabuk götürüp bıraksınlar onu semiz Likya toprağına.
Kardeşleri, akrabaları onu orada gömer,
Bir mezara, yazılı bir taşın altına."
Apollon'un Sarpedon'u semiz Likya topraklarına getirip getirmediği bir muama olsa da bizim onu güneşli yağmurlar ülkesi Karya topraklarına bıraktığımız bir gerçekti.
Bu akşam, onu koşullar gereği sanal toplantıda andık.
"Bu dünyadan bir Şadan geçti;
İşi gücü sevmekti
Bize dalı yaprağı; taşı toprağı
Ve de insanı sevmeyi öğretti." dedik.
Ölmeden kısa zaman önce bana "Her zaman anılması gereken 30 Karyalı" adı vermişti. Kendi adı yoktu o adlar içinde. Ben de onun adını hemen Herodotos'un adının yanına iliştirivermiştim.
Ben onun, Herodotos gibi yüzyıllar sonra da bu toprakların insanlarına ışık tutacağını biliyorum.
Bu toprakların Şadan Gökovalı gibi ışık saçan bilgelere dünden çok daha fazla ihtiyacı olduğu bir gerçek.
Bu akşam konuşmacıları dinlerken bunu bir kez daha anladım.
Ruhun şad olsun, Şadan Ağabey.