ŞAPA DÜŞMEK Mİ, ŞAPA OTURMAK MI?
Deprem üstüne deprem.
Çığ üstüne çığ,
Sel.
Kuraklık.
Yangın.
Felaket üstüne felaket.
Kimilerine göre Allah'ın işi; kimilerine göre doğanın öfkesi.
Ya biz neresindeyiz bu işin? Sütten çıkmış ak kaşık mıyız biz? Bizim hiç mi suçumuz yok bu olan bitende?
***
Rıfat Ilgaz, Tosya depreminin aldığı 1300 canın acısını;
"Döküldü sokaklara insanlar
Ölüler kaldı yerinde...
Vakitsiz giden hastalarına
Üzülecek hemşireler kalmadı...
Sağ kalan çocuklarımız bir daha
Karşısına çıkmayacaktır
Öğretmen Kâzım'ın.
Çocuğunu emziren kadının
Soğudu memesinde sütü..."
dizeleriyle şiirleştirdiğinde, yıl 1943'müş.
Veysel, baharda kan köpüklü sel olup akan; yazda kuru derelere dönüşen Anadolu'nun ırmaklarını Kızılırmak'tan yola çıkıp
"Genç de yersin goca yersin
Gündüz yersin gece yersin
Hakim benden sormaz dersin
Kızılırmak seni seni"
dizeleriyle anlattığından bu yana Kızılırmak'ta taşkın gün sayısı yıllık 90'dan 108'e çıkmış.
Yaşım yetmişe dayandı. Oysa Dağlarca'nın;
"Çık hele Anadolu'ya
Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayrı
kadar uzak değil"
Çamı bitmiş kavağı azalmış
Gamla örtülü bayırlar, çıplak değil
Yedi ay kıştan sonra
Yeşeren seni yaşamandır
Yaprak değil."
dizelerini okuduğumda henüz ortaokul öğrencisiydim.
Yıllar yıllara eklendi. Sözüm ona geliştik; sözüm ona zengin olduk. Dünyanın bilmem kaçıncı ekonomisi oldu ekonomimiz.
***
Geliniz sizinle, 1960 Mayıs'ında Zap Suyu'nda can veren Köy Enstitülü müfettiş Selahattin Şimşek'in "Hakkari Dedikleri" kitabında anlattıklarına gidelim:
"Şapa tehlikesi diyorlar. Dağların sarplığında tutunamayan kar kütleleri büyüyerek düşüyorlar boşluğa. Dağ gibi yürüyorlar. Bir de gök gürlemesi gibi gürültü çıkarıyorlar ki ürkünç. Buranın şapası başka yerlerin çığ'ına pek benzemiyor. Gökten düşer gibi düşüyorlar. Koca koca kayaları birlikte uçuruyorlar. Kurtuluş yok önünden."
Ayı günü saymazsak 60 yıl sonra yine şapa düştü göklerden.
Cesedine bile ulaşılamayan o genç müfettiş;
" Şapa çok adam yemiş buralarda. Köylüler enginlere inmiyorlar. Dağdan dağa yürüyorlar. Buranın savaşı uzun, buranın savaşı güç. Bir yanda yaşamanın derin özlemi, bir yanda doğanın ağır sillesi." diye anlatıyordu o yılları.
Ne dersiniz? Bugün yediğimiz silleler o günlerden daha mı hafif?
Bunca zaman içinde şehirler kurduk; depremlerde yerle bir olmaya devam ediyor binalarımız.
Barajlar, bentler, köprüler yaptık; hâlâ seller almakta malımızı canımızı.
Yollar yaptık; çığlar, heyelanlar koparıyor canlarımızı hayattan.
Yangınlar, bir yandan paragözler bir yandan dağlarda kuşa kurda sığınacak bir gölge bile bırakmıyorlar.
Anlayacağımız hayat hâlâ çok pahalı bu coğrafyada; ölüm sudan ucuz.
Bugün ben de Selahattin Şimşek gibi;
"Kar kalkınca insanlar bitecek yerden. İşte onların elinden tutmak, bir daha kar düşünceye değin, hiç değilse bir arpa boyu yol gitmek. Bunları dağın doruğuna götürmek, oradan göstermek acunu." cümlelerini söylemek istesem de "şapa oturmak" üzere olduğumuz gerçeğini göz ardı edemiyorum.
Dileyelim aklın, bilimin ve sağduyunun kardelenleri tez açsın.
Ruhum, azgelişmişlik ölümlerine rahmet, kalanlara sabır dilemekten yorgun.