Bala, Gulle tepesinde, bir kayanın üstündeydi. Köyün alt başında kireç badanalı duvarlarıyla dikkati çeken mezarlığa bakıyordu. Mezarlık, tıklım tıklımdı. Bir süre sonra mezarlık birden bomboş kaldı.
Bala, yavaş adımlarla yamaçtan indi, mezarlığa yöneldi. Mezarlık, hayvan girmesin diye duvarlarla çevrilmişti. Ama o duvarın bir yerindeki basamakları buldu, tırmandı, taze toprağın bulunduğu yere vardı. Taze toprak, dağ mersinleriyle örtülmüştü. Başındaki tahtaya bir küçük zeytin dalı bağlanmıştı. Önce toprağı kokladı. Sonra üç kez arka arkaya nefesi yetene kadar uludu. Sarsak adımlarla mezarlığı terk etti, dağlara doğru yürüdü.
Gün kısaydı. Karanlık çöküyordu. Acıktığını hissetti. Çakır'ın avcı damında yiyecek bir şeyler bulabilirdi belki. Oraya son yağmurdan bu yana hiç gelmemişti. Doğru oraya gitti. Kulübenin çevresinde dolandı bir kez. Eskiden bazen kapıyı açabilirdi. Kapıya yüklendi. Kapı kolayca açıldı. Acaba burada tek başına yaşayabilir miydi? Kulübeye girince içi ısınıverdi. Kulübenin duvarının dibine sakladığı kemikleri anımsadı. Fırladı. Toprak kemik gibiydi. Tırnakladı toprağı, bir taş dibinden iri bir kemik çıkardı, geveledi, geveledi.
Bütün geçen rüzgâr uğuldadı. Belli ki yarın zorlu geçecekti. Ancak ortalık ışırken rüzgâr birden dindi. Bala, doğru dereye koştu. Dere yer yer don tutmuştu. Eğildi, kana kana su içti.
Bu havada kuşlar, tavşanlar suya inerdi. Gitti bir çalının dibine yattı. Çok geçmedi, bir karatavuk kondu suyun kıyısına. Birkaç metre önündeydi. Karatavuk eğildi, gagasını suya değdirdiği an, olanca gücüyle atladı üstüne. Karatavuk, pırr etti, derenin karşı kıyısına kondu. Çalılar arasında kayboldu. Başka av gelir diye bekledi uzun bir süre; ama gelen hiçbir canlı olmadı. Tekrar su içti kulübeye döndü. Yine kemik aradı oralarda. Bulamadı. Gitmek gerek diye düşündü. Ama nereye? Ayaklarının götürdüğü her yer olabilirdi gideceği yer.
Ağır ağır tepeyi tırmandı. Donmuş derelerden geçti. Susadıkça donmuş bir su birikintisinin buzlarını kırdı. Bir kaya kovuğunda uyudu üşüyünce. Gün ışıyınca yine yollara düştü. Bacakları aç ve yorgun bedenini taşıyamıyordu. Bir sürünün çıngırak sesine yöneldi. Ama yüzlerce metre öteden kendisine doğru koşan çoban köpeklerini görünce var gücüyle kaçtı oradan. Ne bir kuş, ne tavşan. Bir kemik parçası bile bulabilse, yatıştırabilseydi açlığını. Ne var ki ne gözleri, ne kulakları, ne burnu bir av bulmasına hizmet edebiliyordu. O, sahipsiz yaşlı bir av köpeğiydi. Bunca zaman dağlar, ovalar onun yurduydu. Şimdi yaşamak için başka bir yurt gerekti.
Kaç gün, kaç gece dolaştı böyle serseri, korkak. Yine bir akşamı etmişti. Bir zamanlar izlerini sürdüğü domuzlar çıkmak üzereydi yuvalarından. Yaşamla ölüm arasında gidip geliyordu düşünceleri. Gözleri kocaman bir ışık deniziyle karşılaşınca şaşırdı. Dere boyundaki patikayı izleyerek ışıklara doğru seğirtti. Az sonra havlamalar duydu. Bu sesler, bir zamanlar küçümsediği sokak köpeklerinin sesleriydi. Uzaktan bir süre izledi onları. Bir çöp bidonunu başındaydılar. Bidondan aldıkları yiyecekleri kavga dövüş paylaşmaya çalışıyorlardı. Bekledi, gri tüylü bir kurt kırması onu fark eder etmez ağzındaki yiyeceği bıraktı Kimsin, nesin dercesine baktı ve ona doğru koştu. Kaçacak gücü yoktu Bala'nın. Sırtüstü yere yattı. Kurt kırması, geldi:
- Hadi, dedi, kalk, sen de katıl aramıza.
Kalktı. Ürkek ve şaşkındı. Kurt kırmasını izledi. Çöp bidonunda yiyecek arayan köpeklerin arasına karıştı.