Kemal Kılıçdaroğlu, çok naif, kibar ve yapıcı bir insan. Ülkenin yıllardır süren kutuplaşmasından haklı olarak rahatsız. Acaba kutuplaşmada bir kırılma yaratabilir miyim düşüncesiyle "helalleşme" gereğini dile getirince en çok da bu kutuplaşmanın sefasını sürenler esip güleyiverdiler. Hani çok tepki çekeceğinden çekinmeseler Cumhuriyeti kuranların, Atatürkçülerin , vatanı emperyalistlere peşkeş çekenlerle de helalleşmesini, dahası onlardan özür dilemesini isteyecekler.
AKP grup başkan yardımcısı Bülent Turan bugün demiş ki; "Biri zulüm ettiğinde, biri mazlum olduğunda helallik olmaz. Sen bana her türlü zulmü yapacaksın, 2 gün sonra özür yok, af yok, hesap yok; diyeceksin ki 'hakkını helal et.' Böyle helallik olmaz."
El hak doğru söylemiş.
Bakınız Bülent Turan Bey;
Bu ülkede 70 yıldır iktidarda olan sizin zihniyetinizdir. ( Adaşınız Arınç ifadesidir. )
Şimdi size ömrü bu zihniyetin iktidarında yaşamakla geçmiş bir eğitimcinin hayatından birkaç eşik anlatacağım:
Yıl 1970
Eğitimcimiz, Eğitim Enstitüsünü en yüksek notlarla bitirir. Kurala göre okulu ilk 3'te bitirenler öğretmen okulu öğretmeni olarak atanır.
Ancak okulun sağcı müdür yardımcısı kendisini çağırır. Sözüm ona günah çıkarır:
" Evladım sen çok başarılısın. İleride de çok başarılı olacağını biliyoruz; ama bazı açılardan ( Atatürkçü, solcu, cumhuriyetçi demek istiyor.) seni seçmemiz mümkün değildi. Hakkını helal et."
- İtiraz hakkı var mı?
- Yok.
Yıl 1975
Genç öğretmen Eğitim Enstitülerine öğretmen ataması için açılan sınava girer. 6 binden fazla öğretmen arasından 6.lıkla sınavı kazanır. Normalde 3 yıllık bir Eğitim Enstitüsüne atamasının yapılması gerekirken 2 yıllık bir enstitüye atamak isterler. Ecevit'in genel müdürüdür atamayı yapan;
Eğitimci, müdüre neden, diye sorar:
"Siz de gitmiyorsanız, biz kimden görev bekleyeceğiz?" der.
Nedense sınavı 10'lu sıralarda kazanan sağcıların ataması üç yıllık enstitülere yapılır.
Yıl 1976
1. MC kurulmuştur. Cephe kendisinden olmayan ne kadar eğitimci varsa hallaç pamuğu gibi atar. Bunun adı sürgündür. Eğitimcimiz de o sürgünlerden biridir. O şehre yeni taşındığı ve eşi de orada çalıştığı için evini yeni görev yerine taşıyamaz. Aylarca 500 kilometre uzaklıktaki iki şehir arasında gider gelir.
Üç gün önce kendisine övgü düzen Milli Eğitim Müdürü ya korkusundan ya birilerine yaranmak için: "Hastalanan bebeğinin doktora sevkini bebek babasının üstüne kayıtlı." diyerek yapmaz.
Öğretmen mahkemeye başvurur. Davayı kazanır. Kendisiyle sınava giren biri artık genel müdürdür. Karar bir türlü uygulanmaz. Çünkü öğretmenimiz TÖBDER'lidir. Bir gün hangi cesaretleyse genel müdüre çıkar:
" Efendim, dava, karar... demeye çalışır. Genel müdür haykırır. Ne davası, ne yasası. Kanunsa dediğin. Kanun benim. Çık dışarı!" Öğretmenin çıkmasına bile fırsat vermeden iki izbandut öğretmenin üstüne yürür.
Eğitimci , bugün bile Milli Eğitim Bakanlığının yangın merdivenlerinden kaçışının şokunu yaşar.
"O bina benim için tıpkı mimarisi gibi çarktır. Eğitmez, öğütür." der.
Devran değişir:
Yıl 1978
Ecevit yeniden başbakan olur. Mahkeme kararını uygular. Öğretmenimiz bu kez başka bir Eğitim Enstitüsüne atanır.
Çok geçmez bu kez 2. MC kurulur. Öğretmenimize yine yol görünür. Bir ortaokula sürgün edilir. Yine Danıştay'a dava açar yine kazanır. ( Her şeye rağmen demek ki yargı sistemi işliyormuş o zamanlarda.) Göreve iade edilir.
12 Eylül 1980
Darbe olur. Öğretmenimiz enstitüden alınan 108 eğitimciden biridir.
Darbecilerin tasarrufunu mahkemeye götürme hakkı da yoktur.
Öğretmenimizin akademisyen olma hayalleri de suya düşmüştür.
Yine bir köy ortaokuluna gider gelir.
O günlerden belleğinden asla silinmeyen cümle küçük oğlunun söylediği; " Büyüyünce asla öğretmen olmayacağım. Çünkü sen bizi hep bırakıp bırakıp gidiyorsun. " cümlesidir.
Yıl 1983
Yurtdışı öğretmenlik sınavı açılır. Öğretmenimiz 8 bin kişinin katıldığı sınavı 1.likle kazanır.
Ama yurtdışına gitmek için tam 2 yıl bekler. Bu arada tayini hiç istemedği halde eşinin olduğu yerde bir okula yapılmıştır. Yıllar sonra bunun gerekçesinin MİT tarafından izlenmesi olduğunu öğrenir.
Öğretmenimiz yıllar içinde kendi çabasıyla iyi derecede Almanca öğrenmiştir. Nedense onu Belçika'ya gönderirler. 2. sıradaki Londra merkeze ( Bakanlıkta Şube Müdürüdür.) 3. sıradaki kişiyi Bonn merkeze ( Bir generalin eşidir) 4. sıradaki de Paris Merkeze ( Bir başka generalin yeğenidir.) ataşelikte görevlendirilirler.
Ben Fransızca veya Hollandaca bilmiyorum. Neden Belçika sorusuna? Siz çok başarılısınız. Kısa zamanda Fransızca öğrenirsiniz, derler. Ama kazın ayağı hiç de o değildir.
Öğretmenimiz borç parayla Brüksel'e iner. Orada öğrenir ki görevi bir Flaman kasabasındadır.
Şanslıdır ki Flamanca ile Almanca birbirine çok yakın iki dildir.. Kısa zamanda Flamancasını ilerletir.
Öğrenir ki görevli gittiği eğitim AB'nin göçmenler için uyguladığı bir ön deneme eğitimidir ve bundan Ankara'nın haberi bile yoktur. Hiçbir eğitim materyali olmayan çocuklar için kurduğu ekiple 13 ders kitabı hazırlar. Türk çocuklarının hakları için Belçikalı yetkililerle kavga eder. Ankara'ya haber salar. Ankara'dan haber gelir:
"Otursun oturduğu yerde. Orayı da karıştırmasın."
O inatla devam eder. AB yetkilileri birgün kendisine bu eğitimin Türk koordinatörü olmasını önerirler. Ankara derhal karşı çıkar. AB kararında direnir. Ankara birini gönderir koordinatör olarak. AB kabul etmez. O vatandaş Brüksel merkezde günlerini geçirirken öğretmenimiz AB'nin Turk Eğitim koordinatörü olarak toplantıdan toplantıya katılarak raporlar hazırlar. Hazırladığı kitaplar, İspanya Katalan Bölgesinde, Kanada Qebeck'te çok dilli okullarda anadili öğretiminde örnek kitaplar olarak seçilse de Ankara onu 15 Türk öğrencisine ders veren bir öğretmen olarak görmeye devam eder.
Bu arada o, 18 yabancı dil kürsüsü olan bir yabancı diller okulunda Türkçe kürsüsünü kurar. 5 yıl Vietnamlısından Meksikalısına yüzlerce insana akşamları Türkçe öğretir.
O günlerde söylediği sözü asla unutmaz:
"Vay be ben insanmışım!"
Altı yıllık görev süresi sonunda Flaman üst düzeyinden haber gelir:
"Gitme kal burada."
" Gitmem gerek. Burada öğrendiklerimi ülkemdeki çocuklara aktarmalıyım."
"Buradaki çocuklar da sizin çocuklarınız."
Cevap veremez.
Yıl 1991
"Türkiye'de bir ortaokulda görevlidir öğretmenimiz. Sen 6 yıl ne yaptın, ne öğrendin oralarda. Devlet sana 6 yıl Frank olarak maaş ödedi. Hele anlat bir, diyen bir kişi çıkmaz."
Anlaşılan kendisini köyden alıp 9 yıl yatılı okutup yetiştiren devletin kendisine ihtiyacı yoktur. Kırgın ve küskündür.
Yıl 2004
Dönemin Talim ve Terbiye Daire Başkanı gerçek bir eğitimcidir. Nasılsa kendisiyle iletişime geçer.
Emeklisiniz; ama geliniz. Programların yazımında çalışınız.
Eğitimcimiz hiç nazlanmaz. Çünkü programların özü AB'de uyguladığı önproje eğitiminin çıktılarına dayanmaktadır. Türkçe Programlarının yazımında çalışır. Hazırladığı kitaplar program başvuru kitapları olarak dipnota yazılır. Onca birikimini gece gündüz çalışarak - özürlü kalmayı göze alarak - iki ders kitabını da yazar.
Hayret!
Kitapları kuruldan geçmez. Çünkü kuruldan geçen kitaplar hep çiçek böcek adlı yayınevlerinindir. O yayınevlerinin de kimin olduğunu o günlerde " Hocaefendiye laf söyletmem!" diyerek millet kesesinden o ders kitapları vasıtasıyla milyarlar akıtanlar elbette çok iyi bilirler değil mi Bülent Bey?
Bakınız Bülent Turan Bey!
Ya da şöyle diyelim:
Bakınız Bülent Turan efendiler, Nef'i' nin;
Bize kâfir demiş Müftî Efendi,
Tutayım ben ana diyem Müselmân,
Vardıkda yarın Rûz-i Cezâ'ya,
İkimiz de çıkarız anda yalan!"
"Şeyhülislam bana kâfir demiş,
Ben de tutup ona Müslüman diyeyim
Yarın kıyamet gününde
İkimiz de yalancı çıkarız."
dörtlüğü bizce hâlâ dipçik gibi bir doğrunun ifadesi olsa da helalleşmeye tafra yapmadan el uzatmak, sizin için bilmem ama bu ulusun bekası için doğru olandır.
Unutmayın zihniyetinizin bu öğretmene yaşattıklarının kat be katını yaşattığı milyonlar vardır bu ülkede. Onların ahı, sizin ve temsil ettiğiniz zihniyetin üzerindedir, bilesiniz!