Anabasis/ On Binlerin Dönüşü, Ksenophon’un bir eserinin adı. Ksenophon bu eserinde, savaş muhabiri olarak katılıp komutan olarak döndüğü bir seferle ilgili izlenimlerini anlatır.
Pers prensi Kyros, ağabeyi kral Artakserkses’e karşı bir orduyla İ.Ö. 401 yılında Sart dolaylarından yola çıkar. Ordu, bütün Anadolu’yu, Suriye’yi geçerek Mezopotamya’da Kunaksa şehrine ulaşır. Burada yapılan savaşta Kyros ve generalleri öldürülür. Yurtlarından 2400 km. uzakta, başsız kalan orduyu yönetme görevini, Ksenophon üstlenir. Darmadağın olmuş bir orduyu geri götürmek hiç de kolay değildir. Kurtuluş için, bir an önce denize ulaşabilmeleri gerekmektedir. Doğu Anadolu’nun aman vermez coğrafyasında yerli halklarla bazen savaşarak, bazen dostça ilişkiler kurarak Karadeniz’e doğru aylarca yol alırlar. Trabzon’a ulaştıklarında bir çığlık dökülür ağızlardan:
“ Thalassa, Thalassa!”
“Deniz! Deniz!”
Çekilen tüm acıların unutulduğu anın çığlığıdır bu.
Aslında bu çığlığın, günlerce denizde dalgalarla boğuşan, rotasını yitirmiş bir kaptanın “Kara göründü!” çığlığından bir farkı yok. Ama bu kez deniz, onları sevenlerine kavuşturacak olandır. O an, kurtuluş ışığının yandığı, umudun gerçeğe dönüşme eşiklerinden biridir.
Umut, bizi yaşama bağlayan en arsız duygu. Unutmak da bunun erketesi.
İyi ki yaşadıklarımızı unutuyor ve yeni umutlara bağlanıveriyoruz. Kötü ki yaşadıklarımızdan gerekli dersleri almıyoruz.
Çok çabuk inanıyor, çok çabuk kanıyoruz. Yılları uğurlarken de karşılarken de tutumumuz aynı.
Daha geçen yıl bu saatlerde 2018’i “Thalassa, Thalassa!” umutlarıyla karşılayan bizdik. Az önce de benzer umutlarla 2019’u karşıladık.
Oysa ölesiye yorgunuz: Bunaldık, gerildik, daraldık. Tedirginiz yarınlardan.
Bugünkü "Atın bunu içeri!" emirlerini, yarın "katli vaciptir" fetvalarının izlemeyeceğinin garantisi yok.
Bir an kağıt kalemi atıp dağlarda keçi çobanı olmak istiyorum. Ancak anında, "Dağ mı kaldı işgal edilmedik." Cümleleri dökülüyor dudaklarımdan. Vazgeçiyorum.
Bir an, Fırat ve Dicle boylarında Suriyeli bir çocuk oluyorum. Ya mülteciyim ya can derdinde ceylan.
Bir an yurdumun güneydoğu şehirlerinden birinde, büyümekten korkan bir genç oluveriyorum. Büyümek, haber bültenlerinde adımın ölüler listesinde okunacağı güne yaklaşmak demek.
Bir an Afrika’da günlerdir bir lokma aşa hasret ihtiyar oluyorum. Acım, açlığımdan değil, gelecek günlerin dünden daha kara olduğunu sezdiğim için.
Sonra büyük şehirlerin varoşlarında bir kadın oluyorum. Deniz ayaklarımın altında, ne ben denizin farkındayım, ne deniz benim farkımda… Her sabah daha gün ışımadan yollara düşüyorum; iş dönüşleri yine karanlıktayım.
“Durup bir kez olsun
Günbatımına bakmadan
Ve günle hesaplaşmadan
İter kapıyı
Yarınları dünden boş.”
Dünle bugün arasında bir fark bulmaya çalışıyorum.
Bir örnek, bir ışık...
Yeter ki insan, daha iyi insan olsun.
İster dindar olsun; ister Deist, ister Ateist; ister tektanrıcı, ister çoktanrıcı...
İster komünist olsun, ister kapitalist...
İster insan sevgisinden, ister cehennem korkusundan...
Yeter ki açsın vicdanının kilidini. Kendisini sorguya çeksin. irkilsin ar duygusunun azabından.
Zaman geçiyor, takvimler değişiyor. Ama insanoğlu yazgısını bir türlü değiştiremiyor?
Demin rıhtımda, Bodrum göklerini aydınlatan havai fişekleri seyrederken;
“Thalassa, Thalassa!” diye haykırdım kaç kez.
Yanı başımdan akın akın insanlar geçip gitti. Hiçbir Allah kulu dönüp bakmadı bile bana.
Dileyelim, yıl dönümleri, yalancı şafakların sevinci değil, geleceğe umutla bakmanın gerçek eşikleri olsun.
“Thalassa, Thalassa!” diyebilelim hep birlikte.