Hemen söyleleyim: Tünek Ahmet, Halikarnas Balıkçısı'nın doğa tutkunu, süngerci öykü kahramanıdır.
İlkbahara doğru, Afrika'dan havalanan ispinozlar, sakalar Girit üzerinden Anadolu'ya geçerler. Ancak bu yolculukta bazen nefesleri yetmez. Karaya ulaşamayan kuşlar, denize düşer ve ölürler. Tünek Ahmet, kimselere bir şey sezdirmeden tirhandilini denizin ortasına çeker, o kuşlar ölmesin diye tünek yapar. Onu, bir sabah üstü başı kuşlara dolu uyur bulanlar, sırrını öğrendikleri için yaptıklarından utanırlar.
Yağmurcunlar göçmen kuşlardandır. Hele bunların yazları Kanada, kışları Brezilya'da yaşayan bir türü vardır ki göçleri de tıpkı somonların ve yılan balıklarının yolculukları gibi hem uzun ve zorlu hem zorunludur. Onlar bu yolculukta okyanus üstünde fırtınalarla boralarla boğuşmak; zaman zaman 8500 metre yüksekte pek az oksijenle idare etmek, hiç durmadan 115 saat uçmak zorundadırlar.
İnsanoğlu, doğayı tepe tepe kullanacağı bir mal olarak gören tek yaratık. Çıkarına sanarak sulak alanları kurutuyor, ormanları yakıyor. dağları maden için kömür için hallaç pamuğu gibi atıyor. Kendinden başka bir canlıyı zerrece düşünmüyor. Üstüne üstlük kendisine eşref-i mahlukat (yaratılmışların şereflisi) gibi bir paye vermiş. Oysa bu dünyada her canlı, her canlıya muhtaç.
Prof. Dr. Mehmet Ali Öktem kardeşim de yetkin doktorluğu yanında çok iyi bir doğa fotoğrafçısıdır. Çeşme Alaçatı dolaylarında çektiği yağmurcun fotoğraflarını dün akşam Facebook'ta paylaşınca dönüp dönüp baktım.
Darbeciler, 1981'de beni Buca Eğitim Fakültesinden alıp Uzunkuyu Ortakuluna sürgün etmişlerdi. O yıllar Çeşme - İzmir arasında tek otobüs çalışırdı. Onun da saatleri belli olmazdı. Akşamüstü okuldan çıkınca yolda beklemek yerine yürümeyi yeğlerdim. Özellkle bu mevsimde çevrede türlü çeşit kuş sürüleri olurdu. Bir tarladan ötekine, bir çalıdan diğerine uçuşan ; hele hele gökte v çizerek başka diyarlara uçup giden kuşları izler; kendi sorunlarımla ilgili çıkarımlarda bulunurdum.
Öktem kardeşimin fotoğrafları usta işi ; poz verenlerse şiirlik." ti. Galiba anıların da etkisiyle Billursular kitabını açtım, yıllar önce yazdığım "Yağmurcun" şiirini bir kez daha okudum.
Denize kar yağıyor,
Demir alırken okyanuslu kaptan
Buğusuna düşler yazılı
Limonlu adaçayı,
En karasından iki zeytin
Senin gözlerin
Yaşamak adına kara sevdalı.
Hep yalpalıyor kalbim
Dümen kırdığım puslu ırmak,
Yalancıboğaz.
Rüzgâr diye önüne düştüğüm,
Deli türküsü.
Ben öpmeden eriyor
Dudağına düşen ilk kar.
Bir ceylan susuz dönünce pınardan
Dilim metrukhane kapılarında
Paslı zincir, kırık kilit
Rengini bağışlasa bir yağmurcun,
Bilmez, sürer sevdalara göçüm.
Ak köpükleri terimde karmışımdır,
Toy teleklerinde kokular benim.
Hoyrat mı hoyratız; bencil mi bencil. Kaygılarımız yalnız kendimiz için. Başka canlılar için hayatı zehretmekte üstümüze yok. Aslında yaptığımız bu kötülükleri, kendi torunlarımıza yaptığımızın farkında bile değiliz.
Galiba bu dünya, insanoğlunu Tünek Ahmetlerin yüzü suyu hürmetine sırtlamaya devam ediyor.
Peki, daha ne kadar?