Çocuklarımız küçükken, hemen hemen her yaz Çubucak Orman Kampına gider, çadır kurardık. Ev hayatından çok farklı olan çadır yaşamına üç gün alışamazdım. Neyi nereye koyacağımı bilemez, en çok da yemek yaparken zorlanırdım. Daha sonraları ise yavaş yavaş kendime yeni bir düzen kurar, tatilin tadını çıkarmaya çalışırdım. Bu tatilin en güzel yanı yeşil ve maviyle iç içe olmamızdı. Bir diğer güzel yanı da orada kurulan yeni dostluklardı. Her yıl değişik ve ilginç komşularımız olur, evimize unutulmaz anılarla dönerdik.
İlk çadır tatilimizde komşularımızdan biri Ankaralıydı. Kısa zamanda birbirimizi çok sevmiştik. Bize göre yaşlı olmalarına rağmen Abdi amca ve Muzaffer abla ile öylesine kaynaşmıştık ki, onlarsız geçen saatlerimiz sayılı idi. İkisi de son derece sevimli, tatlı, esprili insanlardı. Abdi amca her sabah erkenden alışverişe gider, gitmeden önce de "Çocuklar, alınacak bir şeyiniz var mı?"diye sormadan edemezdi.
Biz onlarla tanıştığımızda çadır yaşamında çok deneyimsizdik. Çoğu pratik bilgiyi onlardan öğreniyor, onların tecrübelerinden yararlanıyorduk. Abdi amcayla eşim çoğu zaman tavla oynarlardı. Abdi amca oyunu kazanmışsa çok keyiflenir, beyaz bıyıklarının altından kıs kıs güler, mutluluğunu bize de hissettirirdi. Kaybettiği zaman ise masum ve mahcup bir sevimlilikle sohbetlerine devam ederdi. Oğlum da onlarla olmaktan çok mutlu olur, Muzaffer ablanın hemen hemen her gün ona verdiği şokellalı ekmeklerin tadını çıkarırdı. Muzaffer ablaya ilk ısınmam annemin adaşı olmasıyla başlamıştı. Annemi erken yaşta kaybetmiş olmam ve onun bize sıcak, samimi davranması bizi ona daha da yaklaştırdı. Her akşamüstü çaylarımızı demler, keyifle yudumlar,"Deniz kenarındaki evimizin bahçesindeyiz." diye espriler yapardık. Hatta bir gün Abdi amca kendi çadırlarıyla bir başkasını kıyaslarken "Ama bizim çadırın önü boydan boya cam." deyince kahkahalarımızı tutamamıştık.
Orada zaman zaman çayla birlikte helva ikramlarımız da olurdu. Muzaffer ablanın sütlü irmik helvasının tadı ise hala damağımdadır. Bizim çadırın diğer yanında oturan Ercüment Bey ve eşi Leyla Hanım da çoğu zaman bize katılırlardı. Ercüment Bey boğazına o kadar düşkündü ki, her sabah kahvaltıda, eşine, öğlen ve akşam ne yemeği yapacağını sorardı. Obur bir insana benzemiyordu ama bir sonraki öğünde ne yiyeceğini düşünmeden de edemiyordu. Her sabah kahvaltıdan sonra sebzeliği ve pazar sepetini inceler, eksik bir malzeme olup olmadığını kontrol eder, öğle ve akşam yemeğinin hayalini kurmaya başlardı şüphesiz. Eşinin bu boğaz düşkünlüğünden bıkmış olan Leyla Hanım'ın mutsuz hali kolaylıkla seziliyordu. İnce zarif bir kadındı ama dünyasından bezmiş hali yüzünden açıkça okunabiliyordu. Ercüment Bey'in yemekle ilgili ısrarlı soruları bazı günler Leyla Hanım'ın sabrını taşırır, "Sen iğnesiz arısın. İğnesiz arıdan farkın yok." cümlelerini sarf etmesine neden olurdu. Ercüment Bey bir gün uzun zamandan beri arzu ettiği sütlü irmik helvası için "Malzemeleri ben alayım, ne olursun o güzel helvadan mahrum bırakma bizi." diyerek Muzaffer ablayı ikna etmiş, ondan söz almıştı. O gece rüyasında irmik helvası görmüştür muhtemelen.
Sonunda beklenen gün geldi... Hepimiz Ercüment Beylerin çadırının önünde toplandık. Ercüment Bey ocağın etrafında kısa adımlarla daireler çiziyor, ağız tadıyla yiyeceği helvayı sabırsızlıkla bekliyordu. İrmik helvasının dayanılmaz kokusu da etrafa yayılmaya başlamıştı. Bu arada uzak komşulardan bir hanım çıkageldi. Onların ana panodan almış oldukları elektrik hattından yararlanmak istediğini söyledi. Ercüment Bey bu işin yasal olmadığını ve kendisine yardımcı olamayacağını söyledi. Kadın yalvarır gibi konuşuyor, ricalarını artırıyor, ısrarlarına devam ediyordu. "Evet" cevabı almak için akmaz derelerden su getiriyordu sanki. Artık helvalar tabaklara konulmuş, sabırsızlıkla beklenen servis başlamıştı. Kadın sonuç alamayacağını anlayınca kabalaşmaya başladı. Kadın kabalaştıkça Ercüment Bey terliyor, kızarıyor, hiç çıkarmadığı kalın camlı gözlüklerinin üzerinden mavi gözleriyle sert sert bakıyor, kadını uzaklaştırıp bir an önce helvasını yemek istiyordu. Onu uzaklaştırmayı başaramayınca hiç alışık olmadığımız sinirli bir yüz ifadesiyle yerinden hışımla kalktı, "Git başımdan be kadın, ağız tadıyla bir helva yedirmedin. Senin . . . . . . . . . . . " diyerek dakikalardır elinde tuttuğu helva tabağını masaya çarpmak üzere havaya kaldırmıştı ki son anda gözü helvaya takıldı. Hiddetle kaldırdığı tabağı dikkatlice masaya koydu. Kadın ürkmüş bir vaziyette uzaklaşırken Ercüment Bey günlerdir hayalini kurduğu irmik helvasını ne yazık ki ağız tadıyla yiyemedi.
Münevver Ongun