Prof. Dr. Kemal Kocabaş
Bir kitap çalışması nedeniyle uzun süredir gazetelere yazı gönderemedim. Yaklaşık 25 yıldır ulusal basında ve yerel basında ülke sorunları ve eğitime dair köşe yazıları yazma çabası içinde oldum. Her hafta yazı yazmak, bir toplumsal sorumluluk ve yaşam alışkanlığım oldu. Yazamadığım zamanlarda rahatsız oldum. Uzun bir aralıktan sonra bir ay içinde gözlemlediğim ülke koşullarını değerlendirmek istedim.
HAYAT PAHALILIĞI, ARTAN YOKSULLUK VE GÜNDELİK YAŞAMA YANSIMALARI
Emekliler, memurlar, işçiler ve halkın büyük çoğunluğunun önlenemeyen fiyat artışları karşısında yoğun bir sıkıntı içinde oldukları çok açık. Artık restoranlarda ailecek yemek yemek mümkün değil. Zaman zaman öğlen yemeklerinde uğradığım bir lokantada, uğradığımız marketlerde fiyatların her hafta değiştiğini görüyoruz. Askıda ekmek uygulaması yapan fırınların önlerindeki uzayan kuyruklar, İstanbul Büyükşehir'de başlayan ve tüm sosyal demokrat belediyelerde karşılık bulan kent lokantalarına gösterilen büyük ilgi önemli göstergeler. Özellikle yılbaşında asgari ücretteki küçük artışı bahane ederek tüm işyerleri kendi ürünlerine zam yapma hakkı kazanmış gibi davrandılar. Fiyat artışlarıyla ilgili bir denetim mekanizması da yok. Serbest piyasa ekonomisi, halkın sıkıntısını görmeyen iktidarın yanlış ekonomi politikaları, ülkenin yoksullarının hayatlarını karartıyor. Ülkeyi yönetenlerin enflasyonun düşmekte olduğuna dair iddialarına rağmen pazarlarda, marketlerde yaşananlar bunu doğrulamıyor. Koşullar, ülkenin büyük çoğunluğunu yoksullukta buluşturuyor. Çözümün sermayeden değil halkın büyük çoğunluğundan yana ekonomik politikalardan geçtiğinin altını önemle çizmeliyiz. 17 Şubat tarihinde basında son yılların tartışmalı kurumu TÜİK'in yaptığı "Türkiye Memnuniyet Anketi" sonuçları raporu yayımlandı. Rapora göre: "21 yılda mutsuzluk yüzde 10 arttı. Ülkenin en önemli sorunu raporda yüzde 29.2 ile hayat pahalılığı , yüzde 15.7 ile eğitim ve yüzde 14 ile yoksulluk" gözüküyor. Halkımız mutsuz, bu çok açık.
TÜRKİYE DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ Mİ?
12 Eylül 1980 döneminde 30 arkadaşımızla beraber üniversitedeki görevlerimize son verilmişti. Bu ağır darbe döneminde yaklaşık iki yıl sonra yargı kararıyla üniversiteye geri dönmüştük. Demokrasinin işlemediği bir dönemde yargı nesnel ölçütlerle karar verebiliyordu. Ya günümüzde neler oluyor. Yargının bağımsızlığını kaybettiği, siyasal erkin kontrolüne girdiğini, aparatı olduğunu pek çok örnekte görebiliyoruz. Görevden alınan ve tutuklanan belediye başkanları, kayyum atamaları, tutuklanan parti başkanları, gazeteciler ve yıllardır hapishanede yatan aydınlar, milletvekilleri. Üç kez seçilerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Ekrem İmamoğlu'nun önünün yargı yoluyla kesilmek istenmesi, art arda açılan davalar.Kamu vicdanını yaralayan çabalar. Çok açık ki yargının bağımsız olmadığı bir ülkede adalet de olmaz demokrasi de olmaz. Son günlerde işverenlerin büyük örgütü TÜSİAD'ın çıkışı ülkedeki tüm rahatsızlıkların dışa vurumudur. Tüm bu koşulların ülkede korku kültürünün yaygınlaşmasına neden olduğunu ve düşünce özgürlüğünün baskılandığını görebilmekteyiz. Toplumun büyük bir kesimi baskılama üreten bu süreçler nedeniyle demokratik tepki verememektedir. Bu bölümün başında sorduğumuz Türkiye demokratik hukuk devleti mi sorusunun yanıtına keşke evet diyebilseydik!.Ama demokratik muhalefetin amacı, rotası her daim bu olmalıdır. Çözüm, tüm kurumlarda demokratik katılımının önüne set çeken Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden Parlamenter sisteme geçmektir.
CUMHURİYETİN AKIL VE BİLİMİ ÖNCELEYEN ROTASINI SAPTIRMA ÇABALARI
Son dönemlerde karşılaştığımız en önemli sorunlardan birisi de bu başlıktadır. Milli Eğitim Bakanlığının tüm çabaları, projeleri Cumhuriyet Eğitim Devriminin kazanımlarını yok etmek üzerine kurgulanmaktadır. Türkiye, Ortadoğu ülkelerinden çokça göçmeni kabul ederken çok iyi yetişmiş nitelikli genç insanları geleceklerini Avrupa ülkelerinde aramayı tercih etmektedir. Ülke, nitelikli genç insan sermayesini kaybetmektedir. Ülkedeki siyasal iklimin yarattığı bu sonuç ülkenin giderek "Pakistanlaşması" na neden olmaktadır.
Diyanet Akademisi Başkanlığı 1. Dönem Aday Din Görevlileri Mezuniyet töreninde konuşan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, adliye koridorlarında şeriat sloganları atan ve mitinglerde hilafet bayrağı açan gruplara sahip çıkarak: "Farklı maskeler altında şeriat düşmanlığı var. İslam'ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir. İnanıp inanmamak, yaşayıp yaşamamak elbette bir tercih meselesidir. Ama dinin emirlerine dil uzatmak başka bir konudur." değerlendirmesini yapar. Yine aynı toplantıda yaptığı "Şeriat Övgüsü" de "Türk demek İslam demektir. Din görevlilerimizin kendilerini camilerle ve Kur'an kurslarıyla sınırlamaları düşünülemez. İmam demek aynı zamanda içinde yaşadığı halkın önderi ve aynı zamanda parmakla gösterilen şahsiyeti demektir" ifadeleriyle imamlara yeni görevler vermektedir. Nereden nereye.Cumhuriyet öğretmenleri toplum önderi olarak işaret ederken Cumhuriyetin 101. Yılında Cumhurbaşkanı bu görevi imamlara vermektedir. Bu çok açık bir rota değişikliğidir. Tüm bu değerlendirmelerin, ülkedeki Cumhuriyet karşıtı akımların güçlenmesini ve toplumdaki kutuplaşmayı arttırdığını açıkça görebiliyoruz.
Yine son günlerde kendilerini şeriatçi-Kürt partisi olarak tanımlayan, Cumhur İttifakının bileşeni olan HÜDA-PAR'ın Diyarbakır'da düzenlediği ve pek çok iktidar milletvekilinin katıldığı "Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı"nda iktidar partisi içinde ve basında tartışmalara neden oldu. Çalıştayın yapıldığı salonda laik ve üniter Cumhuriyete karşı ilk isyanlardan olan Dersim İsyanı'nın elebaşısı Seyit Rıza, yine Cumhuriyetin ilk yıllarında şeriat isyanı çıkaran Şeyh Sait ile Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e "deccal" diyen Saidi Kürdi'nin fotoğraflarının asıldığını ve çalıştayda yapılan konuşmalarda Osmanlı övgüsü ve Cumhuriyet eleştirilerinin öne çıktığını basından öğreniyoruz.
Yağmurlu bir Özdere gününde sobam yanıyor, karşımda televizyonda haberler akıyor. Sahte alkolden Ankara'da 59 kişinin öldüğü, İstanbul'da gazeteci ve sol partilerinin yöneticilerine yönelik gözaltına alınma haberleri karşıma çıkıyor. Hıfzı Topuz'un Tevfik Fikret'tin sözünden esinlenerek yazdığı "Elbet Sabah Olacaktır" kitabını anımsadım. Bu ülkede mutlaka güzel sabahların olması dileğimle.