"Bir yapının üç niteliği olmalıdır. Sağlamlık, yararlılık ve güzellik."
Romalı mimar Vitruvius, iki bin yıl önce bu üç kelimeyle bir medeniyetin pusulasını çizdi.
Dünya Mimarlık Günü'nde o pusula hala aynı yönü gösteriyor. Sağlamlık toprağın, yararlılık insanın, güzellik doğanın işidir.
Ama ne yazık ki bugün, bu üçgenin dengesini çoktan kaybettik.
Mimarlık artık doğayı taklit etmiyor, doğayı tahrip ediyor.
Kıyıları, ormanları, tepeleri imar planlarının arkasından sürüklüyor.
Oysa Vitruvius'un öğüdü, taşı değil insanı biçimlendirmek içindi.
Mimar Sinan, bu öğüdü çağının diline çevirdi.
Selimiye'nin kubbesine baktığınızda sadece bir yapı değil, bir dua görürsünüz.
Sinan, taşı üst üste koymadı, ona ruh üfledi.
Kubbe gökyüzüne açılırken insanın içindeki boşluğu da aydınlattı.
Bir medeniyetin karakterini çizdi taşla, kemerle, gölgeyle.
Ama Ege ve Akdeniz, bu dili onlardan çok önce konuşuyordu.
Knidos'un Afrodit Tapınağı'nda denizle rüzgar arasında kurulmuş o denge,
mimarlığın sadece mühendislik değil, şiir olduğunu anlatır.
Latmos'un kaya tapınaklarında, insanın mağaradan mabede geçişini görürüz. Taşın yüzüne işlenmiş dualar hala oradadır.
Ve sonra Likya mezarları. Dağların göğsüne oyulmuş evler.
Yaşarken oturulan evin biçimi, ölümden sonra taşa kazınır.
Çünkü Likya'da ölüm bile barınma biçimiydi.
Taş, burada sadece madde değil, sonsuzluğun evi oldu.
Ege'nin ve Akdeniz'in her kentinde taş bir dil gibi konuşur.
Kimi zaman kadın olur, Erekhtheion'daki Karyatidler gibi.
Bedenleriyle değil, onurlarıyla taşır yapıyı.
Vitruvius onları "direnişin kadınları" diye anlatır. Yakılan şehirlerinin anısını, başlarının üstünde taşırlar.
Bugün hala her emeği görünmez kılınan kadınların sembolüdür onlar. Taşın kadın halidir, sessiz gücün heykeli.
Ve taş bazen çiçek açar.
Korinth başlıkları bunun kanıtıdır.
Bir ustanın mermeri oyarak içine doğayı sızdırdığı andır o.
Bir akantus yaprağının taşta filizlendiği, ölümün üzerinde yaşamın yeşerdiği yerdir.
Vitruvius'a göre, bir mezar başında unutulan sepeti saran bitkilerden doğmuştur o zarafet.
O yüzden Korinth sütun başlıkları, mimarlığın en insani yüzüdür. Sert olanın içinde zarafetin var olabileceğini gösterir.
Ege ve Akdeniz'de mimarlık, ölçüyle değil dengeyle ilgilidir.
Rüzgarın yönü, denizin tuzu, güneşin açısı hesaba katılır.
Usta, doğayı yenmek için değil, onunla uzlaşmak için taş yontar.
Bu yüzden Ege ve Akdeniz'deki her yapı bir dua gibidir. Rüzgarla okunur, ışıkla tamamlanır.
Bugün betonun altında o ruhu arıyoruz.
Rant kuleleri arasında taşın hafızası yitiyor.
Oysa mimarlık sadece bina yapmak değil, mekanın ahlakını kurmaktır.
Bir yapının gölgesi, çevresindeki hayatı karartıyorsa o gölge "güzel" değildir.
Vitruvius'un ilkeleri, Sinan'ın kubbesi, Afrodit'in tapınağı,
Likya'nın taş evleri, Karyatidlerin omuzları,
Korinth'in akantus yaprakları, Datça'nın taş duvarları hepsi aynı şeyi anlatıyor.
"İnsan doğadan koptuğu anda mimarlık biter."
Ne demişti Mimar Sinan?
"Taşın hesabını bilmeyen, adaletin hesabını da bilmez."
Not: Bu yazı doğayı yenmeye değil, onunla konuşmaya çalışan mimar dostlarımadır.