DELİ RÜZGÂR

 

Bodrum Yalıkavak'a giderken yolumuzun üstündeki yel değirmenlerinin rüzgara bağrını açmış duruşu etkiler beni hep. Rüzgarla değirmenlerin kucaklaştığı tepe şimdi sessiz ama arabadan indiğimde uçurmak ister gibi titreten rüzgâr beni uzaklara,çok uzaklara fırlatıverir. Ta su değirmenlerinin çok fazla olduğu memleketime kadar.

Anneannemlerde kaldığım bir gecede herkes çok telaşlıydı. Özellikle Ateş dedem. Geceden at arabasına buğday çuvallarını yükledi komşularıyla birlikte. Konuşmalarından erkenden değirmene gideceklerini öğrendim. Anneannem de bir sepete yiyecek bir şeyler koyuyordu. Dedem bağırıyordu arada.

"Testiyi unutma sakın !" diyordu.

"Unutmadım, unutmadım, telaşlanma!" diye dedemi sakinleştirmeye çalışıyordu anneannem.

At arabasıyla değirmene gitmek ne güzel olur diye düşündüm içimden. Hemen dedemin yanına koştum. Beni de götürmesi için adeta yalvardım. "Çok erken gideceğiz,sen uyanamazsın." dedi. Anneannem izin vermeyeceği için o yanımıza gelince susuyor, uzaklaşınca yalvarmaya devam ediyordum.

Dedemin ak sakalından öptüm. Boynuna sarıldım. "Söz mü,uyandıracaksın beni değil mi ? Söz  mü ? " diye ısrarlarıma devam ettim. Kulağıma eğildi, yavaşça "Anneannene söyleme ! Tamam !" dedi. Mavi gözlerini kırptı. Geriye döndüğümde anneannem bize doğru geliyordu.

O gün hepimiz erkenden yattık. Ne kadar uyuduk bilemiyorum. Dedemin beni dürtmesiyle uyandım. Her taraf kapkaranlık ve göz gözü görmüyordu. Hava da çok serindi. Değirmene gitmekten vazgeçebilirdim. Sıcak yataktan kalkıp yollara düşecektik.

Bir an dedeme yalvardığım için pişman oldum. Efeliği de elden bırakmamaya niyetliydim. Hemen kalktım. "Uykun varsa gelme,hadi yat!" dese yatıverecektim. Şimdi bile aklıma geldikçe iyi ki dememiş diyorum. O gün yaşadığım mutluluğu şimdi bile içimde duyar gibi oluyorum.

Dedem beni buğday çuvallarının arasına yerleştirdi. Üzerime de bir battaniye örttü. Fenerini de aldı. Artık her şey hazırdı. Yanına da komşulardan biri bindi. Yavaş yavaş kasabadan uzaklaşmaya başladık. At arabasının dar toprak yolda, arada küçük taşlara vurdukça çıkardığı tıkır tıkır sesler ninni gibi geldi bana. Ama serin hava beni uyutmuyordu. Bir ara çenemin titrediğini fark ettim.

Dedem arkadaşıyla sohbet ediyordu. Yolumuzun üstünde tek tük görebildiğimiz bağ evlerinin bacalarından mavi dumanlar çıkıyordu. Belli ki onlar da erkenciydi. Gitmekte olduğumuz dar toprak yolun iki tarafından yola doğru uzanmış dikenli böğürtlenler sabahın çiğ taneleriyle yıkanmış, yenmeye hazırdı. Fakat sesimi çıkarmıyordum.

Arada kırbacın şaklamasıyla irkiliyordum. Aceleleri var gibiydi. Yavaş yavaş değirmenin olduğu köye yaklaşmıştık. Testilerle suya giden köylü kadınlara rastladık. Köyün içinden çimen yeşili bir dere geçiyordu. Dere boyunca sıralanmış salkım söğütlerle kavak ağaçları birbirine karışmıştı.

Tepelerden kesik kesik duyulan çobanların kaval sesleri peşimize takılan köpeklerin havlamalarıyla kayboluyordu ara sıra. Değirmene yaklaştıkça su sesi oraların hakimi gibiydi. Günün ilk ışığı doğmak üzereydi. Değirmenin önündeki yıllanmış koca çınarın dibine indirdik çuvalları.

Artık bekleme zamanıydı. Arada sırada "Değirmenci dayı" dışarı çıkıyordu. Herkesin "Değirmenci dayı" dediği ve bu yüzden isminin ne olduğunu öğrenemediğim değirmencinin saçları undan mı yoksa yaşlılıktan mı beyazlaşmış belli değildi. Saçlarıyla elbiselerinin rengi de son derece uyumluydu.

Değirmen taştan yapılmıştı ve çatısı oluklu kiremitlerle kaplıydı. Kiremitlerin bazısı kırık döküktü. İçeriye girdiğimde çarkın sesi kulakları sağır edecek derecede konuşmaların anlaşılmasını önlüyordu. Duvarda isli bir lamba asılıydı. Taş duvarlardaki dışa doğru daralan küçük pencereler güneşin ilk ışıklarını içeriye güçlükle sızdırıyordu.

Çok erken gitmemize rağmen "Size sıra öğleden sonra gelir." dediler.

Beklemekten sıkılmış, ağaç gölgesinde yüzlerine mendillerini örtmüş uyuklayan, çömelmiş sohbet eden, uzun bekleyişten duydukları öfkeyi birbirlerine belli eden kızgın insan manzaraları hayli ilginçti.

Bense hayatımdan memnundum. Öğleye doğru acıktığımızı fark ettik. Dedem sepetten çıkardığı domates, peynir, ekmeği hepimize paylaştırdı. Kuru soğanları yumruğuyla ezdi. Onlar, soğanları tuza bana bana yedikçe benim de canım istedi. O güne kadar kuru soğan yememiştim. Tadı mükemmel gelmişti. Üzerine kalaylı bakır tasla soğuk suyumuzdan içtik.

Bir ara birisi koşarak değirmenden çıktı. "Çark bozuldu ! Çark bozuldu !" diye seslendi. "Desene bugün buradayız." dedi dedem. Geceyi burada geçirmek nasıl olurdu? Annemler merak ederler diye düşündüm. Ama çaresizdik. Arıza giderilinceye kadar buradaydık. Dedem söğüt dalına benim için salıncak kurdu. Sallandıkça dünyadan bihaber gibiydim.

Akşam karanlığı çökmeye başladığında Değirmenci Dayı'nın telaşı hala geçmemişti, üzgündü.

"Aşık Mehmet çalsın sazını, alsın efkarımızı !" dedi bir ara. Yanık türküler yükseldi sazın sesine karışan.

Artık ne telaş, ne öfke, ne ümitsizlik, ne de sabırsızlık vardı. Hiçbir şey kalmamıştı. Akmakta olan derenin gür sesi de çarkla birlikte sustu. Her şey,herkes  yanık türkülerin sarhoşluğundaydı. Gecenin sessizliğinde ninnilerin en güzeli gibi gelen türkülerle uyumuş kalmışım.

Yine dedemin dokunuşuyla uyandım."Tamam,gidiyoruz." dedi. Ben uyurken her şey hallolmuştu. Tekrar yola koyulduk.

Dönüşte, dedemdeki giderken hissettiğim telaş, heyecan yoktu. Güvenle evine dönüyordu. Bir kış boyunca yiyeceği ekmeğin unu hazırsa, karnı da tok sayılırdı.

Sıra dışı geçirdiğim en güzel günün tadına böğürtlenlerin doyumsuz tadı da karışmıştı artık.

"Benden mutlu var mı acaba ? " diye bağırmaya başladım. Yel değirmenlerinin bulunduğu tepelerden yankılanan sesimle kendime geldim. "Ben de varım." der gibi kulaklarımda vınladı esen yel.

Yel değirmenlerinin pervaneleri her zamankinden daha hızlı dönüyordu o an. Yıllardır işe yaramadığını düşünen deli rüzgâr beni memleketime savurmaktan çok mutlu gibiydi.

             Münevver Ongun

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI