DÜŞ SOKAĞINDA SİNASOS (MUSTAFAPAŞA )
Sabah serinliğinde yola çıktık.Yol boyunca periler şapkalarını çıkartmak istercesine selamlıyor bizi. En çok dikkat çeken ise o bölgenin ünlü perileri "Üç güzeller" Sanki özel bir aile! Baba, anne ve çocukları.
Neredeyim? Başka yer, başka zaman. Dev kayalara oyulmuş kapılar, pencereler ve küçücük kuş yuvaları. Birisi sesleniyor arkamdan, duyuyor musunuz?
"Onlar güvercinlerin yuvası." Gübrelerinden yararlanılır burada."
İnsanlar da yaşarmış bu şehirde. Periler, insanlar ve güvercinler... İlerliyorum dar patika bir yolda. Bir çan sesi duyuluyor uzaktan, ardından saba makamında ezan sesi. Müezzinin yanık sesi kulaklarımda. Ne hoş bir tını bırakıyor içimde. Sesin geldiği yöne doğru giderken güvercinlerin kanat çırpışına bir derenin şırıltısı karışıyor. Aman Allah'ım o da ne? Kocaman bir vadi gözlerimde büyüyor. İğde çiçeklerinin dağ kekiklerine karışan kokusu oldukça davetkâr. Dev kayaların ortasından geçen dereyi yine bir taş köprü bölüyor. İki yakayı bir yol ayırmış gibi görünse de köprü dostluğun, komşuluğun, kardeşliğin simgesi olarak sapasağlam; yıllara meydan okuyor. Bir kapı açılıyor tırmandığım yokuşun sonunda. Periler mi açtı acaba bu kapıyı bana? Bir çift kumrunun guguk sesleri orada durduruyor beni.. Çocukluğumun sesleri, ninemin onların dilinden tercümesi "Guguk gukkk... Yağ döktükkk... Ev göçtüüü...Biz kaldıkkk...
Kilitli kapıların ardından gelen sesler çoğalıyor ... "Evler göçmediii. Biz göçtük."
"Nereye ? Nasıl?"
"Zaman tünelinde geriye gidersen anlayabilirsin belki."
Kim konuştu benimle? Şu büyük şapkalı Peri durmadan anlatıyor. "Buraya Ege'nin incisi adalardan gelip yerleşmiş dedelerimiz."
Vadi boyunca gördüğüm kiliselerin, mağaraların büyüsü, yaklaşırsam bozulacak gibi geliyor. Koca şapkalı Peri'ye "Hadi götür beni geçmişe doğru!" derken sessiz, sakin duran şehir birden canlanıveriyor karşımda.
Dükkanlar açık. Taş ustalarının çekiç sesleri, at arabalarının şıngırtısı ve atların nallarının patika yolda çıkardığı ahenkli ses şarkılar söyleyen bir gruba yaklaştığımda hafifliyor. Müziğin ritmiyle başım dönüyor. Uzaktaki bir hamamın bacasından duman tütmeye başlıyor. Fırınlardan yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyduğuma inanamıyorum. Küfeler dolusu üzümleri taşımakta zorlanan eşeklerin ağır aksak taşlı yolda ilerleyişlerine hayran hayran bakakalıyorum. Kuyulardan kovalarla su çeken kadınların neşeli sohbetlerine ben de katılmak istiyorum ama anlamadığım farklı bir dil sanki. Tezgahdan yeni çıkmış rengarenk halılar, kilimler iplere asılmış; alıcılarını bekliyor. Yaşlı bir tellal bağırıyor: "Duyduk, duymadık demeyin! Göç başlayacak yakında."
"Vah! Vah!" sesleri geliyor kulağıma. Dükkan sahipleri kendilerini sokağa atıyor. Herkeste bir telaş başlıyor. Ahenkli ritmi birden yok oluyor sokağın. Peri beni çekiştiriyor, bir taraftan da "Soru sorma!" diyor.
"Çıkar beni o zaman bu zaman tünelinden!" diye yalvarıyorum.
Daracık merdivenlerden inerken bir serinlik çarpıyor yüzüme. Beni kaç kat yerin altına götürdüğünü hesap edemiyorum. Güvercin kuğurdamalarıyla kendime geliyorum. Bir fısıltı duyuyorum: "Çan sesleri sustu, fırınların bacası tütmüyor, hamamların suyu soğudu. Göç yolunu birlikte aştık limana kadar." diyor Peri. "Onlar yeni yerlerine giderken gözyaşlarıyla ıslanan mendillerini salladılar bize gemiden. Ama bir kaç genç vardı aralarında; her yerin, her şeyin fotoğrafını çektiler gitmeden önce. Gittikleri yerde yurtlarını yeniden yaratmak için. Doğdukları yerlerin fotoğraflarını yanlarında götürürken kalplerini burada bıraktılar."
Münevver ONGUN