ŞERBETÇİ DEDE
Evleri büyük dedesinin evi ile bitişikti Mehmet'in. Derslerinden ve oyundan kalan zamanını büyük dedesiyle geçirirdi çoğunlukla. Babasının babasına dede, dedesinin babasına büyük dede derdi. Büyük dedesi ona çok hoşlandığı çocukluk anılarını anlatırdı. Adamcağız küçük torununun gelişiyle hasta yatağında canlanır, zevkle, şevkle çeşit çeşit hikâyeler anlatırdı ona. Mehmet bir gün onu uyurken buldu. Uykusunda "Efendim buz. Ellerim dondu. Şifa niyetine, on kuruş." diye sayıklıyordu. Mehmet elini tutunca büyük dede gözlerini açıverdi.
"Dedeciğim şifa niyetine on kuruş diye bağırıyordun uykunda."
"Ya! Öyle mi? Şerbetçi dede derlerdi bana. Dağlardan getirdiğimiz karlarla soğuturduk suyumuzu. Bazen de içine büyük ninenin yaptığı vişne veya dut şurubu, bazen de pekmez koyardık. Ha bir de pekmezle kar helvası pek meşhurdu o zamanlar. İlk kardan yapmazdık yalnız. Mikropludur derlerdi. Kışın havanın çok soğuk olduğu gecelerde çekme helva bile yapardık. Şimdi pişmaniye diyorlar ya aynı onun gibi. Eskiden eve gelen misafire leblebi, kuru üzüm, erik pestili, şıra köftesi, iğde ikram edilirdi. Bir de mısır patlatılırdı. Şimdiki gibi pasta, börek, çörek mi vardı? Bazı evlerin hayat altına asılmış ikramlık kavunları olurdu."
"Büyükdede, şerbetçi dedeyi anlat ne olur."
"Ha, evet. Nerde kalmıştık?"
"Hani sana şerbetçi dede diyorlarmış ya. Neden öyle söylüyorlardı?"
"Oğlum, benim babam şerbetçiydi. Ben onunla çok şerbet sattım. Koca koca güğümlerimiz vardı. Sırtımızda taşırdık. Sırtımın kamburu çıktı o koca güğümlerden, baksana!... Güğümün üstünde emziği vardı, özel süsler ve çanlar, çıngıraklar takardık kulpuna da. Gelişimiz her yerden belli olsun diye. Önce çıngırakların sesini duyan çocuklar gelirdi yanımıza. Babama 'Şerbetçi dede! Şerbetçi dede!' diye bağırırlardı. Yaşlanınca bana da şerbetçi dede demeye başladı çocuklar. Ne zaman buzdolapları çıktı, soğutucular çıktı, şerbetçi dede de tarihe karıştı. Kahveciler, lokantacılar aldı önce buzdolaplarını. Sonra da evlere girdi.
"Ben de şerbet satmak istiyorum Büyükdede."
"Oğlum, satamazsın. Kim alır şerbeti? Herkes şişelenmiş hazır meyve suları içiyor şimdi."
"Benim sattığım organik, doğal olacak ama Büyükdede."
"Sen bırak şimdi şerbet satmayı. Oku, oku da bir meslek sahibi ol. Sıcaklarda şerbet satmak öyle kolay mı sanıyorsun?
Şerbetçi dede titrek elleriyle uzandığı yatakta doğruldu, başından hiç çıkarmadığı takke düşüverdi. Tek tük de olsa birkaç tel kalan ak saçlarını, yakasız uzun entarisini fark etti Mehmet.
"Aaa! Sen bunu mu giyiyorsun?" dedi gülerek. "Niye pijama giymiyorsun?"
"Dalga geçme oğlum! Ben böyle çok rahat ediyorum. Onun kumaşını büyük ninen el tezgâhında dokumuş, kendi elleriyle dikmişti yıllar önce. Ellerinin sıcaklığını içimde hissediyorum rahmetlinin."
"Sen şerbeti nasıl yaptığını anlat dedeciğim."
"Dağlardan karları getirir, sularımızı soğuturduk. Kar taşımak kolay değildi tabii, dağa katırımızla çıkardık. İlk kar getirme fikri Rum bir vatandaşımızdan çıkmış. Onlar ticarette bizden ustaymış. Bizimkiler ticaret nasıl yapılır, para nasıl kazanılır, onlardan öğrenmiş. Eskiden bu topraklarda Türkü, Rumu, Ermenisi birlikte yaşardık, hiç rahatsız olmazdık. Birbirimizden çok şey öğrendik. Babamın Rum bir komşusu varmış. Kışın bir mağara açarak kar kuyusu yapmış. Kar hiç erimemiş, öyle duruyormuş. Keçeye sararak atla şehre taşımış. Babam ondan öğrenmiş bu işi. Yazın kar getirmiş, anamın hazırladığı dut şurubunu suyla karıştırarak nefis bir içecek elde etmişler. Bu şerbeti bir güğüme doldurarak pazarda satmaya başlamış babam. Daha sonra vişne şurubu ile denemiş, o da çok beğenilmiş. Ben de büyüyünce babama yardımcı olmaya başladım, işlerimiz daha da iyi oldu. Bilhassa çarşı esnafı bizim buz gibi şerbetlerimizden çok memnundu. Hele kasabanın pazarı ise, o gün güğümlerimizin biri boşalır, biri dolardı. Anacığım evde şerbet hazırlar ben çarşıya taşırdım. Dışarıdan gelen pazarcılar da çok memnundu bizden, yolumuzu gözlerlerdi sıcaklarda.
Yazın dağlardan kar taşımanın zorluğundan, bazıları evlerine kar kuyusu yaptılar. Kışın kar bol, kuyuyu karla doldurup ağzını kayrak taşlar ve toprakla kapatırlardı.
Bir gün babamla dağa kar almaya çıktık. Yol bozuk, taşlık, yol bitmek bilmiyor. Güç bela karları keçelere sararak tahta sandıklara yükledik, tam yola koyulacağız katırımız bir adım dahi atmıyor. Yalvardık, yakardık, yok. Mıh gibi çakıldı kaldı olduğu yere. Neden sonra katırın nallarına bakmak geldi aklına babamın. Birinin çivileri düşmüş, tek çivi tutuyor nalı. Bereket versin heybede bir iki çivi varmış. Yerden bir taş alarak çaktı çivileri, nalı sabitledi. Bizim inatçı katır yürümeye başladı da rahat bir nefes aldık. O günden sonra babam avluya bir kar kuyusu yapıp biz de bu çileden kurtulalım dedi. Kar kuyumuz çok derindi. İçine belimize ip bağlayarak inerdik."
"Büyükdede ya ip koparsa?"
Yalnız yapılmaz bu iş. Kuyunun başında biri bekler mutlaka. Karlar iyice sıkıştırılmış olduğundan kesilmesi, yukarı çıkarılması oldukça zordu. Hayat zaten çok zordu o zamanlar oğlum! Yokluk, kıtlık, geçim derdi. Para kazanmazsan aç kalırsın. Çalışmayana ekmek yok. Can kulağıyla dinledin mi beni Mehmet? Çok çalış, oku, adam ol. Yeni yeni icatlar çıktı, hızına yetişmek mümkün değil. Büyük deden olarak söylüyorum. Ömrüm yetmez senin meslek sahibi olduğunu görmeye."
"Dedeciğim çok üzülüyorum, böyle konuşma."
"Üzülme oğlum. Sen mutlaka oku. Sokaklarda şerbet satamazsın ama belli mi olur, bir şerbet fabrikası kuruverirsin belki."
"Ama dede, şerbet satmak çok eğlenceli olurdu."
"Peki, o zaman, hayal et! Sırtında kocaman bir güğüm, benim sattığım gibi satıyormuş gibi yap!"
"Tamam dede."
"Efendim buz. Ellerim dondu. Şifa niyetine, on kuruş,"
"Oğlum, on kuruş mu var şimdi. Kuruş kalmadı artık. Sen oku, oku! Çok çalış! Tamam mı?
Münevver Ongun