Bizi Stratonikeia Antik Kentine götüren otobüsümüzde "Bana Bir Aşk Masalından Şarkılar Söyle" çalıyor radyoda.
Antiokhos, güzeller güzeli Stratonike için aşk masalından şarkılar söylemiş midir, bilinmez. İki bin iki yüz yıl önce üvey annesine olan aşkından yataklara düşmüş olan Antiokhos, ona kavuşunca adına sekiz yüz dönüm arazi içine Stratonikeia kentini kurmuş. Çok büyük depremler görüp toprağın altında kalsa da aşk masalları dilden dile, gönülden gönüle dolaşarak günümüze kadar gelmiş. Stratonike adına kurulan bu şehir ise olağanüstü güzellikteymiş. Toprak altında yıllardır gün yüzüne çıkmayı bekleyen bu şehir yetkin ellerin çabasıyla kendini göstermeye başlamış. Kazılarla gün yüzüne çıkarılan gymnasium, kütüphane, bir akropol, bir meclis alanı, irili ufaklı agoralar, bir büyük anfitiyatro, kale ve surlar dikkatimizi çekiyor. Ayrıca M.Ö. 200 yıllarında yapıldığı tahmin edilen maskları da içeren kentteki heykeller arasında Artemis başta olmak üzere dönemin tanrı ve tanrıçaları da var. Devasa kapılarından içeriye adımımı atar atmaz "Merhaba ey insanoğlu!" diyen birisinin sesini duyar gibi oluyorum. Kaç yıl geriye gittim acaba? Her bir taş, her bir blok, sütunlar, heykeller el ele vermiş dans ediyor, şarkılar söylüyor sanki. Bu, gün yüzüne çıkmanın mutluluğu mu acaba? Bu dansa beyaz elbiseleriyle peri kızları da katıldı Lagina'dan ve ben ruhani müziğe kaptırıyorum kendimi. O da ne? Bir anahtar taşıyor öndeki peri kızı. Kime verecek bu anahtarı?
"Ey İnsanoğlu bu şehri biz koruduk. Ama sarsıntılara yenik düştük. Şehri korumak için kaleler, surlar inşa ettik. Küçük de olsa belki bizden bir iz bulup geleceğin çocuklarına anlatırsın beni."
O sırada gruptan bir arkadaşım sesleniyor. Uzaklaşıyorum oradan.
Çok uzaklardan görebildiğim köyün meydanında bir telaş, herkes toplanmış, bir ağa kızını mı evlendiriyor yoksa? Deve çanlarının sesi kalabalığın uğultulu sesini bastırıyor. Çeyiz yüklü develer ağır ağır ilerlerken gençler toplanmış meydanda. "Kaynayan kazanlara daha çok odun gerek!" diye sesleniyor pos bıyıklı bir amca. Dibeklerde dövülen buğday taneleri pişmeye hazır. Davul zurna sesleri gelmeye başladı işte. Üç gün üç gece çal davulcu davulu. Zeybekler titretsin yerleri. Sevda türkülerine eşlik etsin genç kızlar. Ben yine hülyalardayım. Şaşkınım.
Her evin önünde bir kuyu. Rengarenk sardunyalar açmış. Fesleğen ve kekik kokuları sarmış her yanı. Kuyulardan su çeken kadınları görüyorum. Çember çeviren, ip atlayan çocuklar. Çam kozalaklarından torununa oyuncak yapan bir dede...
Evler, koca konaklar, camiler, hamamlar...
"Kimler geldi kimler geçti buralardan merak ediyor musun?" Elinde bastonuyla yanıma bir nine yaklaşıyor. "Gel benimle! Beni takip et!" diyor. "Sen buralı mısın nineciğim? "Evet Essarlıyım.." Çatıları çökmüş evlerin arasında yürüyoruz, duvarlarının yıkılmamak için direndiği evlere bakıyoruz birlikte. Bacası tütmeyen evler... Yazlık sinema yazan bir tabela görüyorum. Boyumuzu geçen yabani otların bulunduğu boş alana boş boş bakıyorum. Ama nine ellerini sallayarak "Ne filmler, ne filmler oynadı burda!" diyor.
Bahçelerde nar ağaçları çiçek açmış. "Narlar meyveye dönünce de gel ne olur!" diyor. "Kimse toplamıyor, gelen geçen ezip geçiyor. Gareşi (nar ekşisi) yapardık bunlardan." derken ağlıyor. "Köyümüz kalktı buralardan. Kömür karasının ateşi en çok bizi yaktı geçti. Bizim de yıkılışımız böyle oldu kızım."
"Kömür karası, kömür karası. " diye diye eve geldim. O gece hiç uyuyamadım. Kömür karası bizi de, sizi de yakar mı bir gün?
Münevver Ongun