Ilık bir temmuz sabahı Kızkumu'nda yürüyordum. Bu bir mucizeydi. Denizin ortasında oluşmuş iki insanın yan yana yürüyebileceği genişlikte bir kara parçası. Bu yerle ilgili anlatılan efsaneler geliyor aklıma. Fakir bir balıkçıya aşık olan kralın kızı askerlerden kaçarken kendini denize atıyor, cebindeki kumlar sayesinde denizin ortasında bir yürüyüş yolu meydana geliyor. Askerler takip edemiyorlar. Belli bir yere geldikten sonra da kumlar bitiyor ve kralın güzeller güzeli kızı karşıdaki sevgilisine ulaşamadan derin sularda kayboluyor. Çoğu efsane böyle acıklı sonla bitiyor ne yazık ki. Kızkumu adıyla bilinen bu güzel koyda bir de ada var. Bu küçük adada yemyeşil çam ağaçlarının kucağında göklere doğru yükselen tarihi kale gözüme çarpıyor. Şövalye adası ismiyle bilinen adada "Gerçekten şövalyeler yaşamış mı?" diye merak etmeden duramıyorum. Şövalye olmak pek kolay bir iş değildi. İyi ata binen askerlere verilirdi bu nişan. Eğitimlerini burada sürdürdükleri için mi verilmişti bu adaya bu isim? Sorular...Sorular.... Düşündüren sorularla denizin ortasındaki kumulun bittiğini farkediyorum kendimi yemyeşil sulara bırakıyorum. Dağlarla çevrili bu sakin koy çam ağaçlarının yeşil renginden nasibini almış.Güneş ışınlarının yükselişiyle maviye dönen denizin tınısının ruhumda yarattığı ahenkle balıklarla yarışırcasına yüzüyordum adeta. Efsanelerden kurtaran kulaçlarım kıyıdan da epeyce uzaklaştırdı beni. Tedirginlik içinde "Hızlıca geriye dönmeliyim!" diye düşünürken bir balıkçı teknesinden yükselen türkünün nağmeleri motorunun pat pat seslerini bastırma çabasındaydı. "Ormanların gümbürtüsü başıma vurur
Nazlı yarin hayali karşımda durur" Tedirginliğim azaldı yalnız olmadığımın farkına varmanın verdiği huzurla kıyıya yaklaştım. İğde ağaçlarının denize doğru uzanan dallarını gördüm. Ilık bir meltemle tatlı tatlı yapraklarının kıpırdanışı sahilin sakinliğine canlılık katmıştı adeta. Doğa güzelliklerinin içimde bıraktığı mutlulukla o gece derin bir uyku çekeceğimi düşünürken kulakları sağır eden bir sesle irkildim. Yattığım yerden yavaşça kalktım, ışığı açmadan pencerenin perdesini aralayarak hiç durmadan bağıran kişiye baktım. Ayakta zor duruyordu. Bir kaç kere sendeledi düşecek gibi oldu ama düşmedi. Sık sık göğüs kafesine vuruyor tam anlayamadığım sözler sarfediyordu. Arada sesini yükseltiyor "Yaktınızzz ! Yaktınız ulen beniii!"
Beş on dakika sonra yanına iki kişi geldi. Anlayamadığım bir şeyler söyleyip, kolundan tutarak zorla götürdüler. Denizin en mavisiyle yeşilin en güzelinin kavuştuğu bu yerde içimdeki anlatılmaz bir ürpertinin etkisinden olacak, uykuya dalamadım uzun süre. Ertesi gün yan komşuya sordum gece bağıran kişiyi.
"Ha o mu? Yaşar, Yaşar'dır o." dedi ve başladı anlatmaya. Her gün içer, içmediği gün yoktur. Kafayı da üşüttü biraz. Köyde para veren olur. Gider şişeye, alkole yatırır elindeki avucundakini. Bazıları para vermez yemek verir.
"Gitcen yine içki alcen de mi?" deyip para vermezler. Boş şişe toplar. Onları satar gene içkiye yatırır.
"Peki, sürekli 'Yaktınız beni!' deyip küfrediyordu. Bu hale düşmesinin bir nedeni var mı?
"Evet az bir borcuna karşılık denize sıfır tarlasını almışlar elinden. Oraya da tatil köyü yaptılar. Onların para kazandığını gördükçe Yaşar daha berbat oldu. Kendini alkole verdi. Daha sonraları hanımı da onu terk etti. Bağırıp çağırır ama kimseye zararı yoktur."
Komşu konuyu değiştirmeye çalışsa da bir türlü kafamdan atamıyordum Yaşar'ı. Kolumun çekiştirilmesiyle kendime geldim. Yavaşça kulağıma doğru eğilerek;
"İşte Yaşar geliyor "dedi komşu.
Birkaç gün önce tedirgin bakışlarla etrafı kollayarak bir ağacın kavuğuna küçük bir kavunla bira şişesi saklarken görmüştüm onu.
Sallana sallana geliyordu karşıdan. Güneş yanığı yüzü, kirden yapış yapış olmuş saçları dikkatimi çekti. Yaklaştıkça dayanılmaz bir koku yayıldı etrafa. Belli ki banyo da yapmıyordu. Terliğinden fırlar şekilde dışarı çıkmış olan ayak parmaklarının arasındaki kirler de günlerce yıkanmadığının tanığıydı. Bize yaklaşınca komşumdan para istedi. O da "Alkole vercen için para yok sana." dedi. " Karnım aç." dedi Yaşar. Ekmek arasına bir şeyler koyup verdi ona. Bana doğru hiç bakmadı, "Yabancıyım buralarda." diye herhalde.
Komşumun annesi, "Bunun midesi de dişli. Bozuk yemek veren bile oluyo. Hasta olmuyo bu!" dedi. Yüreğim sıkıştı konuşacak tek bir kelime bulamadım.
O günden bir hafta sonraydı sanırım, sahilde inanılmaz bir kalabalık gördüm. Hemen hemen herkes ayaktaydı. Bütün gözler denize çevrilmişti. Yaklaştım, "Ne oluyor, ne var burada?" dedim. "Yaşar yirmi yıldır girmediği denize girmiş. Herkes çok sevinmiş. 'Kötü kokular yok olacak.' diye. Suya daldığını görünce alkışlamışlar bile. 'Nihayet şeytanın bacağını kırdı.'diye sevinmişler." dedi yanımdaki adam.
"Bence de iyi olmuş." dedim.
"Ama dört saat olmuş denize gireli, hala dönmemiş. Sahil güvenlik de aramaya çıkmış. Herkes merakla bekliyor." dedi.
Ben de sahilde mi beklesem yoksa eve mi dönsem kararsızlığı içinde ve karmaşık duygularla eve yönelirken;
"Bu da Yaşar'ın efsanesi!" diyordu içimdeki ses.
Münevver Ongun