BAŞIYLA JOP KIRANLAR.

                Değerli okurlar, yaz sıcakları etkisini yitirip de dışarlak turlar sona erince eve kapandık. Böyle olunca da sürekli kitap okuyarak zamanımızı değerlendirmeye çalışıyoruz. Şu an elimdeki kitap, Halikarnas Balıkçısını Hayatı/Sanatı/Eserleri' ni inceleyen bir kitap. Balıkçı' nın hemen bütün kitaplarını okudum. Bizim için eşsiz bir yazar, Bodrum' lu hemşerimiz. Bu haftaki yazı konumuz yine Can DÜNDAR' ın kitabından ibretlik bir konu. İnsan hakları ile ilgili bir insanlık dramı. 70' Lİ, 80' li yıllarda olayların en ateşli günlerinde beş yıl boyunca Ankara' nın keşmekeşi içindeydim. O zamanki olaylarla ilgili pek çok, yazılar, kitaplar yazıldı, filmler yapıldı, oyunlar oynandı. Çok şükür bu olayların içinde hiçbir zaman olmadım. Çünkü Üniversite yıllarımda 24-29 yaşlarımdaydım ve aklım başımdaydı. Hiçbir zaman tek bir bildiri dağıtmadım, geceleri duvarlara tek satırlık bir yazı için çıkmadım. Fakültenin ilk günlerinde 'sağ/sol gruplara girmeden bir kenardan geçip gideyim!' diye düşündüm ve öyle hareket ettim. Ancak Milas, Yatağan, Fethiye, Muğla' dan gelen arkadaşları bulduğum ve onlarla aynı bölümde olduğumuzdan yakınlaştığım için karşı grup tarafından saldırıya uğradım ve bir daha da o gruptan çıkamadım. Ta ki 12 Eylül 1980' lere kadar. DTCF' nin fotoğrafçısıydım, bu yıllara/günlere ait beş yıllık arşiv fotoğrafları bendedir. Sonrasında da sağ/sol görüşlü arkadaşlarla birlikte halk müziği korosu kurduk ve bağlama ekibinde birlikte çalıp söyledik. Biraz sonraki yazıda konusu geçen olaylarla ilgili olarak ne bir karakol, ne bir olay, ne hapishane, ne de çok şükür soruşturma yaşamadan Fakülteden mezun olup çıktım. Tüm hayatım boyunca ne askerden, ne polisten, ne de diğer güvenlik güçlerinden hiçbir çekincem, korkum olmamıştır. Çünkü bu güçlerden korkacak illegal hiçbir hareketim olmamıştır. Hapishaneleri, işkenceleri anlatan kitapları okudukça, filmleri izledikçe iyi ki o yaşamları ben görmedim/ yaşamadım diyerek halime şükrediyorum. Üzerinden yıllar geçmiş olsa da aşağıda anlatılan olay, insanlık açısından çok dramatik bir durum. Sözü uzatmadan örnek olayımıza geçelim:

                "Yer, Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi. Tarih 24 Eylül 1996. Saat 11.00

                Görüş günüydü o gün. 33 tutuklu yakınlarını görebilmek için cezaevi ana koridorunda beklemeye koyuldular. Her görüşte aileleri yiyecek getirir, onlar da bu yiyecekleri leğenlere doldurup içeri taşırlardı. O gün bu amaçla arkadaşlarından leğen istediler. Ama bu kez Başgardiyanın muhalefetiyle karşılaştılar.  Başgardiyan, "Yasak ulan!" diye bağırdı. Bunun üzerine "ulan" deyip dememe tartışması çıktı ve kısa sürede iş, yumruklu kavgaya dönüştü. Başgardiyan, " Siz, şimdi görürsünüz!" deyip uzaklaştı. Kapılar kapatıldı ve 33 tutuklu cezaevinin 4. Şebeke diye adlandırılan bölümünde endişeyle beklemeye başladılar. Dışarıda görüş için yakınları bekliyordu. Ama ne görüş izni alabiliyor, ne de koğuşlarına gönderiliyorlardı. Bu korku dolu bekleyiş üç saatten fazla sürdü. Sonunda saat 15.00 sıralarında bekleştikleri koridorun bir tarafından Çevik Kuvvete mensup polisler daldı içeriye, diğer yandan da hapishanede görevli askerler. Ellerinde coplar ve demir çubuklar vardı. O an koridorda korkunç bir dayak seansı başladı. Seans bittiğinde koridordaki kan gölünde yüzenlerden dokuzunun beyinlerine aldıkları darbelerden öldükleri saptandı. 24 tutuklu ise ağır yaralıydı. Yaralılardan biri, doktorun "Sevkine engel yoktur!" raporu ile cezaevinden yaralı olarak çıktığı halde hastaneye ölü olarak girdiği için akşam, ölü sayısı toplam 10' a yükseldi. Bu tutuklulardan bir kısmının olaydan sonra çekilmiş fotoğraflarını gördüm. Bir daha bu fotoğraflara bakabileceğimi sanmıyorum. Olay, iki yıl önce basına "Tutuklular arasında çıkan bir kavga" olarak yansımıştı. Sonra bunun pek acemice bir yalan olduğu anlaşılmış ve haber, " erkek tutukluların bayan tutuklularla görüşmek istemeleri ve bu amaçla cezaevi yöneticilerine saldırmaları üzerine çıkan arbede" şeklinde düzeltilmişti. Ama devrede TBMM Araştırma Komisyonu' nun da girmesiyle işin aslı çabuk anlaşıldı ve 72 kamu görevlisi hakkında 'zaruri sınırları aşarak faili gayri muayyen şekilde adam öldürmek' ten dava açıldı. Cezaevlerinde yaşanan en vahşi katliamlardan biri olan bu olay ve Türkiye' de en çok kamu görevlisinin yargılandığı bu dava, nedense basında ve kamuoyunda hiç ilgi görmedi. Oysa olay da, dava da Türkiye' de cezaevleri ve infaz istemine ilişkin ibretlik sahnelerle dolu.

                İddianamedeki (utanç verici) tabirle tutuklulardan 10 'tane' sinin hayatını kaybettiği bu olayda henüz tutuklu sanık yok. İki yıl içinde sanıkların ifadeleri bile tamamlanamadı. Buna karşın müştekiler (mahkûmlar) hakkında açılan soruşturma hızla bitirildi. "O da ne?" Diyeceksiniz.

                İnanması zor, ama olay sırasında kafalarında demir çubuklar kırılan tutuklular hakkında "kamu malına zarar vermek ve görevli memura mukavemet' ten kamu davası açıldı. "Copları kafalarıyla kırmaktan" yargılanıyorlar. Sanıklara gelince:

                36 asker, 29 polis ve 7 cezaevi görevlisinden oluşan 72 sanıktan bir kısmı terhis, bir kısmı tayin olmuş durumda. Bazılarının ise terfi ettirildiği geçen duruşmalardan birinde anlaşıldı. İşin komikliğine bakın ki, davanın müdafilerinden biri Diyarbakır Cezaevi' nden duruşmaya tanık olarak getirildi. Onu cezaevinden getiren astsubay, bizzat o davanın sanığıydı. Sanık, tanığı bir cemseye koymuş ve kendisi aleyhine ifade vereceği duruşma salonuna getirmişti. Yolda kim bilir neler neler konuşmuşlardı. Bu ilginç dava hala sürüyor. Ancak gözlerden epey uzak olduğu pek muteber olmayan bir coğrafyada sürdüğü ve pek sempatik sayılmayan insanları ilgilendirdiği için diğerleri kadar dikkat çekmiyor. Oysa "Diyarbakır Davası", beyinleri parçalanmış 10 mağduru ve kamu görevlisi 72 sanığıyla yargı tarihimizin en ilginç davalarından biri." BENİM GENÇLİĞİM/Can DÜNDAR. 11. Baskı 2006-İmece Kitabevi/İst.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI