Değerli okurlar, bu kez de bir başka antik kentte; Afrodisias' tayız. "Yıllardır görmek isteyip de bir türlü fırsat düşürüp göremediğimiz Antik Kent" tanımlamasını burası için de yapacağım. Gerçekten de Efes kadar geniş ve büyük, bir o kadar da önemli olduğunu duyduğum, dergilerden okuyup belgesellerden dinlediğim Afrodisias'ı sonunda görüp incelemek, fotoğraflamak, daha güzeli de yazarak siz okuyucularımıza da sunmak nasip oldu bize. Bu ne doyumsuz bir mutluluktur!...
Afrodisias' a geçen Ramazan Bayramında Toroslar' a doğru yaptığımız kaçamak sırasında, Salda Gölü'nden dönerken uğramıştık. Zaten dönüşte uğramak gezi planımızda da vardı.
Kocaman sakız ağaçlarının altındaki lokantada karnımızı doyurduktan sonra, öğleye doğru girdiğimiz Afrodisias Antik Kentinden büyülenmiş ve bu eski uygarlığa dair pek çok bilgiyle donanmış olarak ter içinde yorgun/argın üç saat sonra çıkabiliyoruz.
Burasının tarihi; M.Ö. 5000 yıllarına kadar iniyormuş ve NİNOE olarak biliniyormuş. Bu adın Tanrıça İŞTAR' ın AKAD dilindeki karşılığı olan NİNO/NİN ya da NİNA' dan geldiği düşünülüyormuş. Oma döneminde kentteki heykeltıraş okulu antik dünyanın her bir yanına ün salmış. Ürünler pek çok kente ihraç ediliyormuş.
Kentte başlıca şu yapılar ve bölümler dikkati çekiyor: HEYKELTRAŞ OKULU, APHRODİTE TAPINAĞI, PİSKOPOSLUK SARAYI, TİYATRO, STADİON, HAMAMLAR, AGORA, ODEON, AUGUSTUS TAPINAĞI.
Afrodisias Antik Kenti günümüzde çok iyi korunmuş tarihi yerlerden birisi. Sonraki dönemlerde üzerine tiyatro binalarının da yapıldığı höyük M.Ö. 5000'lere kadar inen Prehistorik bir yerleşim yeriymiş. M.Ö. 1. yy. da Roma İmparatoru Augustus, Afrodisias'ı yönetimi altına almış. Bu gün ayakta duran anıtlar ondan sonraki 250 yıl içinde yapılmış. Antik dünyanın en iyi korunmuş stadyumu kentin kuzey ucunda yer alıyor. Afrodisias, M.S. 3. yy.ın sonlarında Roma İmparatorluğunun Karia Eyaletine başkentlik yapıyor. M.S. 6.yy.dan itibaren bayındır halini ve önemini kaybetmeye başlayan bu kent, 12. yy. da tamamen terk ediliyor.
1961 yılında New York Üniversitesi tarafından başlatılan kazı çalışmaları günümüzde de sürmektedir. Gerçekten de kazılar yüzünden birçok yere biz de giremedik. Bu önemli antik kentin bu günkü haline gelmesinde emeği geçen iki önemli ismi anmadan geçmek onlara haksızlık olurdu. Bunlardan birisi neredeyse tüm sanat yaşamını buraya vakfeden Kenan T. ERİM, diğeri de SEVGİ GÖNÜL. Bu iki önemli arkeolog, buraya öylesine hizmet vermişler ki, Kenan T. ERİM' in mezarı burada tapınağın bahçesindeki yemyeşil çimenlerin üzerine/arasına kondurulmuş. Sevgi GÖNÜL' ün adı ise mermerin bir oya gibi işlendiği yüzlerce, binlerce mermer heykelin bulunduğu salona verilmiş.
Tarihi alana girer-girmez yüzlerce yıllık çınar ağacının yanında bulunan aslan heykeli dikkatimizi çekiyor. Sağ yandaki müzeyi dönüşte gezmek üzere geçiyoruz. Yol üzerinde sağlı sollu mermer sütun başları, kırık, çatlak, yarım, tam hayvan ya da insan başıyla süslenmiş yüzlerce, binlerce mermer parçaları çevrenizi tezeyyün ediyor.
Bu kısa mermerli yolu geçip de yemyeşil çimenlerden oluşan ferah bir alana geldiğinizde kentin girişini süsleyen ve arka arkaya yerleştirilen ve üzerleri binlerce motifle bezenen devasa iki kapı dikkatinizi çekiyor. İnsanoğlunun isterse neler yapabileceğini görüp ağzınız açık, başınızı yukarıya kaldırıp uzun süre sütunlara, başlıklara, motiflere, kıvrımlara, kabartmalara, oymalara, yivlere bakıp kalıyorsunuz. Bu arada gözünüz en uçtaki mermerlerden masmavi gök üzerindeki yeni yeni çıkmaya başlayan bembeyaz bulutlara kayıyor. Bulutlarda ilerliyor, bulutların içinde kayboluyorsunuz. Bir süre kendinizden geçiyor, dalıyorsunuz. Artık başka bir âlemdesiniz, binlerce yıl öncesine ışınlanmış gibisiniz. Bu uhrevi âlemde uzunca bir süre kalıyor ve kendinizden geçiyorsunuz. Tekrar gözlerinizi aşağılara indirip de mermerlerin ucunu görmeye başladığınızda kendinize geliyor ve sütunların kaidelerini oluşturan soğuk mermerlere yavaşça çöküyorsunuz. İşte budur sanat, işte budur sanattan zevk almak, işte budur kendinden geçme. Sanat; hangisi olursa olsun seni senden alıp başka dünyalara, başka diyarlara, başka ortamlara sürükleme işidir. İşte böyle sanatçıların eli öpülür, böyle sanatçılar, aradan binlerce yıl da geçse unutulmazlar, unutulamazlar. Çünkü onlar, beyinlere, zihinlere, taşlara, mermerlere kazınmışlar, oyulmuşlar, bezenmişlerdir. Onlar artık ölümsüzdürler, ne mutlu onlara. Binlerce yıl sonrasından onların yaralı, tozlu, sargılı, sanatçı ellerinden öpüyoruz. Balyoz sallamaktan, külünk kaldırmaktan, çekiç vurmaktan, keskiyle, çiviyle, törpüyle çalışmaktan yorulmuş bedenlerine, yuttukları tozlara, yitirdikleri parmaklara, gözlere binlerce selam.
Değerli okurlar, kentin girişindeki bu iki kapı bizi çok büyüledi. Daha ilerideki küçük tiyatroyu, hamamı, ayakta kalan son sütunları gezip dönerken sıcaktan iyice bunalmış, bütün yaz sıcaklarını o taşların tozların arasında geçiren Arkeoloji Öğretim Üyeleri, Öğrencileri ve kazı işçileri gibi mendilimizi şapkamızın altına yerleştirerek bir nebze güneş ışınlarından koruyarak serinlemeye çalıştık.
Tam da yeşil çimenlerin ortasındaki çift giriş kapısının yanına geldiğimizde kalabalık bir grup turist kafilesi antik kapıların fotoğraflarını çekiyor, rehberlerini dinleyerek yürüyorlardı. İşte budur! Diyerek onları da fotoğrafladık. Sağda solda ağaçların, böğürtlen çalılarının arasında gün yüzüne çıkmamış nice antik yapılarından geçip girişteki müzeye geldiğimizde ikinci bir şaşkınlığı yaşadık:
Antik dönemin insanları, sanatçıları bu kadar ayrıntılı ve güzide eserleri yontup, kırıp, kesip, kazıyıp, parlatıp son şeklini verinceye kadar yüzlerce yıl durup dinlenmeden çalışmış olmalılar. Yoksa bunca nadide eser nasıl ortaya çıkarılır? Ama burada bir heykeltıraş okulunun olduğunu düşününce bu sorumuza yanıt bulabiliyoruz.
Bu işlerin kolay olmadığını, yıllar aldığını biliyoruz da yine soruyoruz: Nasıl oluyor da bir taş kütlesinden bir etamin inceliğinde ve motifinde böyle ender heykeller yaratabiliyorsunuz? Diye. Bu soruya heykeltıraşlardan biri şöyle yanıt vermiş: " Taşın fazlasını alıyorum, geriye heykel kalıyor!" Ne kadar da kolayca söyleyivermiş. Ben de taşın fazlasını alıyorum ama geriye bir kütleden başka hiçbir şey kalmıyor. İşte sanatçıyla aramızdaki fark da burada.
Sevgi GÖNÜL heykel galerisini gezerken de kendimizden geçiyoruz. Disk atan, mızrak, kılıç sallayan, kalkan savuran, at binen, çoğu ayakta, bir kısmı yan gelmiş yatan çoğu yarı, bazıları da tam anadan üryan binlerce çocuk, kadın, adam heykeli..
Ağzımız açık bakakalıyoruz. Her birinin önünde durup tek tek incelemeye kalksak saatlerimizi günlerimizi alacak. İstemeye istemeye aklımız, gözümüz geride kala kala galerinin nemli/soğuk mahzenlerini dolaşıyoruz hanımla. Hanım bir yandan, ben bir yandan şakır şakır fotoğraflar çekiyor kameralarımızı dolduruyoruz.
Heykellerde insan başından hayvan başına, aslan başından kaplan başına, at başından it başına, bitki motiflerine kadar ne ararsan bulabiliyorsun,.. Ve her birine hayran hayran bakıp kalıyorsun. Kimler yaptı, nasıl yaptı, ne kadar zamanda yaptı? Diye.
SEVGİ GÖNÜL salonunun girişindeki çiçek desenli heykele baktığında şaşırıp kalıyorsun bunca ince işçilik mermeri kırmadan, bölmeden, çatlatmadan nasıl yapılır, kaç ayda ya da yılda kazınır? Diyerek.
Değerli okurlar, biz her ne kadar çabalayıp kendimizi helak etsek faydasız. Görüp duyduklarımızı anlatmada sözcük varlığımız, hayal gücümüz, iletişim becerimiz yetersiz kalıyor. En iyisi mi varın siz kendiniz görün de bizim gördüklerimizi anlatmada ne kadar aciz kaldığımızı anlayın. Biz, yalnızca size yol göstermeye ve bu işin önemini anlatmaya çalışıyoruz. Yoksa oradaki ince sanat becerisini ve ruhsal atmosferi size anlatmamız olası değil. "Adımız Hıdır, elimizden gelen budur!" Bir başka macerada buluşmak umuduyla. (Bu gezi 2011 yılında yapılmış ve yazı da ilk kez o zaman yazılmış)