GEÇİP GİDEN SONBAHAR


Ankara sonbaharı uğurlamış. Sonbahar eteklerini sürükleyerek giderken, kenarda köşede kalan yaprakları kış teslim almış, incecik kırağı tabakasıyla, ağaçlar tamamen soyunmuş, kemiklerini ısıtıyorlar azıcık güneşte.

Parkın yürüyüş yolunu turuncu malzemeyle kaplamışlar, ağaçlar yaz rengini unutmasınlar diye belki, kel kalmış çimenlerin üstünde, öbek öbek dağ muşmulası çalıları, salkım, salkım turuncudan kırmızıya geçen meyveleriyle kış neşesi saçıyorlar griliklere. İki yanında çıplak ağaçların eşlik ettiği parkur sağa kıvrılarak devam ediyor. Üstü kapalı küçük oturma kameriyeleri, güneşin etkisini azaltmaya çalışan rüzgarla ekseninde sallanan çöp kovaları, yeterince dinlendiklerini düşünüyor olmalılar. Önünde her zaman sıra olan büfe kapanmış galiba diye düşünürken ön taraftan bir kişi çıktı elinde sigara paketiyle, ağacın birini çok kötü budamışlar, çocukların çizdiği ağaç gibi duruyor, dört kısa, kuru dalıyla kollarını açmış.

Her ne kadar önceden yaşamış olsam da küçük yerlerden gelince, caddelerin büyüklüğü genişliği hala şaşırtıyor. Önceden olmayan yüksek binaların yanından geçerken kendimi karınca gibi hissediyorum. Hava Ankara'ya göre güneşli sayılır, ayaklarım beni caddenin karşısına, yıllar önce oturduğum sitenin olduğu yere sürüklüyor. Kısa saçın bu kaldırıma göre olmadığını düşünüp kulaklarımı kapüşonun korumasına bırakıyorum. Bahçeyi çevreleyen demirlerin bordo rengi kaybolmuş küflerin arasında diye hayıflanırken, evlerin kapı ve pencere pervazlarındaki canlı bordolara seviniyorum, iyi bakmışlar. Bahçedeki ağaçların o zamanın küçük fidanları olduğuna inanmak zor. Yenilerden bir fidan, dengesizce yola doğru uzayınca iki yanındaki ağaçlara bağlamışlar alıp başını gitmesin diye. Aslında sitenin içinden geçip gitmekti niyetim ama apartmanların ismini görünce eskiden var mıydı hatırlayamadım, oturduğum apartmanın önüne geldim, varmış ama bir çağrışım yapmadı Güney kelimesi. Bir yaz günü onca karpuzu yedikten sonra, kapı kolu sadece içerde olduğu için hapis kaldığım birinci kat beş numaranın balkonuna takıldı gözüm, camlatmışlar. Bahçeden bir Allah'ın kulu geçmedi ki sesleneyim de bizim zile bassın, evin öbür tarafındakiler mutfağın bitişiğindeki kapıya gelsinler dedim. Ama ben mutfak balkonundayken gelmeme ihtimallerinin olması daha yüksek bir olasılıktı, o da şimdi aklıma geldi. Yarı açık cezaevi sürem kızımın canı meyve çekmeseydi daha da uzayabilirdi.

Zihnim beni geriye, geriye götürüyor, mutfağın bitişiğindeki salon camlarına bakarken önemli bir maç öncesi totem yapılmış, salon kapısının önüne ters terlik konmuş, benim salona girmemle birlikte bu terliği de kim koydu, insan terliğinin tekini de alır ya, tekerlemesini söylerken hiç te anlam veremediğim totemi bozduğum.  Mutfağı çok beğendiğim, yandaki siteye taşınacakken ev sahibinin vazgeçmesi sonucu bu evi bir günde bulup taşındığım, kızlarımın okula giderken uğramadıkları kahvaltı sofrasının en minimali bir elimde, diğerinde  çayla birlikte antrede beklediğim. Bu evdeyken emekli olduğum, durumun farkına varamadığımdan her akşam bütün işleri bitirmeye çalışırken, hafta sonu iki yemek yapıp dolaba atarken, çocukların anne emekli olduğunu hatırlasan artık dediğini, iş arıyorum diye akşama kadar dışarda dolaştığım en sonunda bulduğumu.  Daha akın devam ediyordu da bahçedeki bahçıvanın önümden ikinci kez geçtiğini fark edince suratımdaki aptal gülümsemeyi ve beş numaralı daireye takılı bakışlarımı toplayıp yürüdüm. Arka yola yöneldim müzikli bir okul zili "sevgili öğrenciler ders zamanı" cümlesiyle son buldu, yandaki Anadolu lisesi öğrencilerinin gürültüleri arasında. Biraz ilerde büyük torunların Anaokulu ve İlkokula başladıkları, pencereden teneffüste onları takibe aldığım okul ve evleri. Nerdeyse 20 yıl öncesi.

Ve dört yıldır yine bu semte gidip geliyorum, bu sefer küçük torun için, galiba eskiden kalan tanışıklık ve memnuniyetten olsa gerek, bu semt bizim ailenin işgalinden kurtulamıyor ve ben ayrıldıktan sonraki, yirmi beş yıllık dönüşümü izliyorum gelişlerimde. Sabah evden çıktığımda büyük torunların bitirdiği ilkokulun ve oturdukları evin resmini çekip gönderdim onlara. Merdivenin başındaki güvenlik görevlisi kabanına ve kapüşonuna iyice sarıldığından geç fark etti " ne yapıyorsunuz beni ekmeğimden edersiniz" dedi sonunda çektiğim çocuklar değil binanın tabelası deyince anlaştık. Bu seyahatimde ikinci kez duyuyorum "ekmeğinden olmak" deyimini gelirken otobüsün şoförü de kullanmıştı.

Niyetim cadde üstündeki "Dost Kitapevi "ne uğramak, olması gereken yerde yoktu, geçtim mi acaba dedim geriye baktım yoo geçmemişim, yeri burası ama kendisi yok. Yerine, yanına, yöresine, karşısına yeni bir sürü yer açılmış çoğunun adını bile telaffuz edemediğim. O kitapevinin kütüphanemin oluşmasında önemli bir yeri var. İlk konur sokakta olanıyla tanıştım seksenler ve doksanların ilk yarısı, hayatımıza kredi kartları henüz girmemiş, taksitli alışverişleri kefil göstererek yapıyoruz, o da ayrı bir konu, kefil olarak kimi seçeceksin, kime kefil olacaksın finallik soru. İşte o günlerde Dost kitapevinin hala sakladığım mavi alışveriş kartı var. Kitapların olduğu bölümden iki basamakla çıkılan yerde ödeme işlemleri yapılıyor. Önce aşağıdan kucak dolusu kitabı alıyorum, gözüme fazla geliyor, aslında alırken de biliyorum fazla olduğunu, kasaya yaklaşırken birkaç tanesini eliyorum, kasada istemeden son bir veya iki tane daha, bu benim kendime koyduğum limitten mi kitapçının limitinden miydi onu tam hatırlamıyorum. Karşıdaki alışveriş merkezinin üst katında başka kitapçı var, vardı sonra oraya bakarım artık.

 

Fatma Ayhan 18 Aralık 2024 Ankara

YAZARIN DİĞER YAZILARI