GÜNEŞE PARAVAN


Bir bulutun peşinde sabah güneşini beklerken, güneşin önüne gelip takıldı kaldı, hâlbuki oraya kadar koşarak gelmişti bir toplanıp, bir dağılarak. Nasıl da bildi güneşin tam o anda oradan çıkacağını, acaba güneş kıyafet değiştiriyor da ona paravan mı oluyor? Neden olmasın işte çekiliyor yavaş yavaş, salkım saçak, döküle saçıla ilerlerken kocaman bir buluta eklemlenip yol alıyor. Ve güneş ışıl ışıl yeni kıyafetinin tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyor.

İşte şimdi, gecenin serinliğini içeride hapsetmek ve de karşı evdeki Hatice teyze kuş gibi pencerenin önüne konmadan, görüş alanını kapatmak için güneşlikleri çekmenin tam zamanı. Yaz gelince çok şikayetlenir, sabah kalktığında iki laf edecek kimseyi bulamamaktan. Balkonları camlatmamdan hiç memnun olmadı. Eskiden, güneşlikleri çekerken uçuşan perdelerin bir tarafından yakalardı beni. Çocuklar uyuyor desem ne uykusuymuş öyle, öğleye kadar uyunur mu? der, kahvaltı hazırlıyorum desem yumurtaları nasıl pişirdiğimi sorar, haşladım dersem yüzünü buruşturur, ne o öyle sası sası, onlar genç kır tereyağına dört yumurtayı, yağı bol koy öyle yarısı görüp yarısı görmemiş olmasın, üstüne biraz peynir gezdir tadıyla yesin çocuklarla başlar, gençliğinde tek başına üç yumurtayı yarım ekmekle nasıl götürdüğüne gelmeden işaret eder içeri girerdim.

Girerdim de içime sinmezdi, çocukları gönderdikten sonra balkona çıktığımda hadi gel derdi, her gün olmasa da iki günde bir uğrardım. Kapıyı açarken kahveleri yap ta gel deyip pencerenin önündeki koltuğuna kurulurdu. Kahveleri getirip önündeki fiskos sehpasına koyar, masadan bir sandalye çekip karşısına geçerdim. "Hatice teyze, neden karşına bir koltuk koymuyorsun" dediğimde, "gelen olmayınca o koltuğa takılıyorum böyle koltuk yok, gelen de yok, durumu normalleştiriyorum" derdi.

Ben gelmeden tepsiyi ve fincanları hazırlar hep değişik fincanlar çıkarırdı. Bu gün üstünde birbirinin peşinden dolanan iki mavi kırlangıcın olduğu, incecik beyaz porselen fincanlarda içeceğiz kahvelerimizi. Gözleri fincandaki kuştan tabaktakine çevrilince, kuşun üstüne koyduğum lokumları yavaşça kenara çekip, parmağıyla üstündeki lokum tozunu alıp anlatmaya başladı. "Bu fincanlar kaç yıllık biliyor musun? iki tane kaldı ama olsun"  "ben bunları hiç görmemiştim" dedim.

 "Geçen sene gelen bir misafir birini kırınca çok üzüldüm ve salondaki büfenin en dibine kaldırdım, kırık olan da duruyor atmaya kıyamadım" dedi.

 "Aa Hatice teyze ben onu yapıştırırım" dedim çok sevindi. Çekinerek, biraz da korkarak "giderken götüreyim evde yapıştırıcı var yapıştırır getiririm" dedim, beni hiç duymamış gibi..

"Ben kırlangıçları çok severim hem de çok. Yıllar önce Nisanın ilk günlerinde leyleklerle beraber geldiler,  leyleğin birinin komşunun bacasına, iki kırlangıcında bizim balkonun köşesine yuva yapmalarını seyrettim bir süre, sonra kırlangıçların yavruları oldu. O küçücük yuvaya nasıl sığarlardı bilmem, bazen yavrulardan biri düşer alır yerine koyardım, çok gürültücülerdi, yemek saatinde annelerini ve onları izlemek gürültülerini unutturuyordu. Onlardan o kadar çok bahsetmişim ki her yerde. O günlerde Okula yeni atanan, yeni yeni konuşmaya başladığım bir arkadaşım İstanbul'a gidiyordu, size ne getireyim diye sordu öylesine, her kes bir şey söyledi bana gelince, size ne getireceğimi biliyorum dedi, ben de bir şey demedim. Bir hafta sonra döndüğünde işte bu fincanları getirmişti bana, kırlangıçları seviyorsunuz biliyorum en zarifini bu fincanlarda buldum, elinize aldıkça beni hatırlarsınız derken herkesin değişen bakışlarından utanarak almıştım.  İki ay kadar sonra yaz tatili başladı her kes evine, köyüne gitti, ben oralıydım kaldım. Tatilin bitmesini iple çektim, Okullar başladığında herkes geldi, yeni bir öğretmen daha geldi, bir tek o gelmedi, İstanbul'a tayinini çıkarmış dediler, bir daha hiç ses soluk çıkmadı. Ortada olan, söze dökülen bir şey yoktu, niye öyle kendi kendime hayal kurdum bilmiyorum. Hemen arkasından leylekler ve kırlangıçlar da gittiler, o zamana kadar kırlangıçların dönmeme ihtimalini hiç düşünmemiştim, kış boyunca o takıldı aklıma.

Bir sabah onların sesleriyle uyandım gelmişlerdi. O günden beri kırlangıçları daha çok sevdim ve bu fincanları da onlara hoş geldin, güle güle dediğim zamanlarda bir süreliğine çıkarıp kullandım." "Yaa işte böyle güzel kızım, şimdi onların hoş geldin zamanı".

O kadar güzel anlatıyordu ki karşımda Hatice teyzenin genç hali oturuyordu ve ben tabağımdaki lokumu alıp,  altındaki minik kırlangıcı seviyordum yavaşça.

Sessizce kırık fincanı alıp çıktım, çocuklar gelmeden güzelce yapıştırdım. İncecik bir iz kaldı iki kırlangıcın arasında ve dilime bir şiir takıldı

Bazen

Kırıldık döküldük,

Bazen de kırdılar döktüler,

İsteyerek veya değil.

Dönüştürüp değiştirmenin,

Zamanı dedik.

Aynısı olmayacak,

Ama o aynının izi,

Hep olacak özünde.

 

Fincan çok zarif, desenler küçük, bir şey koymaya cesaret edemedim. Aklıma bir yukarıdaki şiir birde Japonların kırılmış eşyalarını birleştirdiklerinde izi bilerek kapatmadıkları geldi ve o izin üzerine incecik bir dal çizdim tepesinde minik bir yaprakla.

Ertesi gün götürdüm, merakla ne söyleyeceğini bekliyorum, "çok güzel olmuş parçalı farklılıktan, bütünlenmiş farklılaşmaya geçmiş", derken gözü minicik yaprağa takılmıştı.

O günden sonra balkonda gördüğüm Hatice teyze, bulutların güneşe paravan olduğu ilkbahar ve sonbahar aylarında Hatice abla, bazen de bir kırlangıcın gözünden Hatice olarak göründü gözüme.

Fatma Ayhan 24 Eylül 2024

YAZARIN DİĞER YAZILARI