BİR KONUK!

BİR KONUK!

 

Köşe yazarının yazma amacı nedir?

 

Köşe yazarının yazma amacı çok çeşitlidir. Köşe yazarı tarih, edebiyat, sanat, tanıtım, çevre, doğa, ekolojik çevre, insan eliyle değiştirilmiş çevre, bilim, buluş vb. gibi birçok konuda yazı yazabilir. Özellikle siyasi konularda iktidarı destekleyici, eleştirel vb. konularda düşüncelerini dile getirebilir, eleştirir, eleştirilebilirler.

Köşe yazarının bana göre en önemli yazma konusu demokrasi, adalet, özgürlük, eşit bölüşüm, iyi bir yaşam, gelecek kuşaklara iyi bir dünya bırakma vb. konularında, kısacası halkı aydınlatıcı, hayatı kolaylaştırıcı yazılar yazmalıdır diyebilirim. Tabiî ki, köşe yazarları yazı yazarken birçok aydının görüşlerinden, yazılarından da etkilenir, etkiler. Öyle görüşler, yazılar olur ki, bunu kim yazarsa yazsın, demokrasi, adalet, özgürlük, hakça bölüşüm vb. gibi halkı aydınlatıcı olduğundan, bunu yazanın dışındaki köşe yazarları da bu yazıları paylaşarak halka hizmet etmiş olurlar diye düşünüyorum. İşte yakın zamanda kaybettiğimiz Doğan Kuban Hocanın 2012 yılında yazdığı, daha sonra Herkese Bilim Teknoloji Dergisinde (HBT, Sayı: 303) 13 Ocak 2022 tarihinde tekrar yayımlanan bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum, umarım beğenirsiniz.

Hangi dünyada yaşıyoruz?

Dünya Tao Ching'deki bir öğüde uygun olarak idare ediliyor: "İyi hükümdarlar halkın karnını doyurur, aklını boşaltır." Ne var ki Lao Tzu'nun bu öğüdü 2500 yıl önce yazılmıştı.

Batı ile İslam arasındaki ilişkilerin tarihini hiç unutmamalıyız: Avrupa 17. yüzyıldan sonra bilimsel ve sanayi devrimine paralel, bütün İslam dünyasını da içeren bir sömürgeciliğe girişti. İslam ülkeleri, Türkiye dışında, bu sömürgeleşmeye direnemedi. İslam'ın tepkisi ancak ll. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlık gösterisine dönüşebildi. Yine de bu gün Müslüman ülkelerin bağımsız olduklarını savunmak zordur.

Kurtuluş Savaşından sonra Anadolu nüfusunun 9/10'u köyde yaşayan, elektriği, fabrikası, yolu olmayan, makinesiz tarımı, elektriksiz köy ve kasabaları, tek bir ana tren yolu ve tozlu yollarda birkaç otobüsü ile bir geç Ortaçağ ülkesiydi. Kurtuluş Savaşından sonra Türkiye bu ekonomik yapılanmaya girmek için önce toplumun ruhunda ve ortak aklında bir aydınlanmaya muhtaçtı. Bu köktenci toplumsal yapılaşmaya Cumhuriyet Devrimi diyoruz.

Hiçbir gelişmiş ekonomik olanağı olmayan Türkiye dünyadaki en köklü yapısal değişimleri gerçekleştiren toplumdur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden örgütlenen Avrupa'da gelişen yeni bir dünya imgesine dayanan çağdaş bir devleti inşa etmek, Avrupa'daki gibi hazır bir temel üzerine değil, yeni inşa edilecek temel üzerine olabilirdi. Aynı zamanlı Sosyal ve eğitim reformları, sanayileşme ve laik devlet bu yenileşmenin programıdır. İslam dünyasında sadece Türkiye yenidünyaya katıldı. Diğerleri sömürge kaldılar. Günümüzde de devlet, toplum ve eğitim olarak en çağdaş İslam ülkesi Türkiye'dir. Dubai gibi gökdelen giysili petrol şeyhleri bizim insanlarımızı bazen şaşırtıyor. Oysa onlar toprak altındaki son miraslarını yiyorlar.

Japonya ve Çin başardı

1933'de Türkiye'nin nüfusu 15 milyondu ve bunun %85-90'ı yani 11 milyondan fazlası okuma yazma bilmeyen köylülerdi. Bu günkü Türkiye ll. Dünya Savaşı öncesinde, 1920-1939 yılları arasında yaratıldı. Savaş yıllarında sadece kendini korudu. Demokrat Parti döneminde başlayan ve kurucu partinin 1950'den sonra hiçbir zaman çoğunlukta olmadığı 60 yıllık sürenin iki farklı çabası vardı: Birincisi çağdaş kurumları yavaşlatan ya da durduran çabalar; ikincisi sanayi ve ekonomik gelişmede Batıyı izleme. Aslında bütün İslam dünyasının 20 yüzyıl serüvenidir. Bu iki uyuşmaz eğilim, Batılıların beklediği ve desteklediği bir çelişkidir. Çünkü geleneksel kültür yapısı ve dünya görüşü içinde Batıyla boy ölçüşecek bir örgütlenme gerçekleştirmek olanağı yoktur. Bunu kanıtlamak için Arap dünyasında olan bitenleri izlemek yeterlidir.       

Oysa Japonya bu aşamaya yüz yıl önce ulaşmıştı. Çin aynı yöntemle bu gün Amerika'nın tahtına oynuyor. Sömürge döneminde bilinçli olarak geri bırakılmış Müslüman toplumlar zaman zaman Batıya direndiler ve direniyorlar.

Batı ile İslam arasındaki ilişkilerin tarihini hiç unutmamalıyız: Luhter'den sonra Avrupa bir süre kendi derdiyle uğraştı. 17. yüzyıldan sonra ise bilimsel ve sanayi devrimine paralel olarak ve sonunda bütün İslam dünyasını da içeren bir sömürgeciliğe girişti. İslam ülkeleri, Türkiye dışında bu sömürgeleşmeye direnemedi. İslam'ın tepkisi ancak ll. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlık gösterisine dönüşebildi. Yine de bütün Müslüman ülkelerin bağımsız olduklarını savunmak zordur.

Kaldı ki Batı doğrudan ya da dolaylı, kendi yönlendireceği 1,5 milyar Müslüman'ı elinden kaçırmamakta kararlıdır. Sanayisi gelişmemiş bir pazar, eğitimsiz kolayca aldatılabilen ve birbirine düşürülmüş toplumlar, 30-40 yıl daha sürecek bir petrol ve doğalgaz kaynağı, savunma güçlerinin Batıya bağımlı olması Avrupa ve Amerika'nın politik amaçları için ideal bir durumdur.

Devamı haftaya.     

YAZARIN DİĞER YAZILARI