RASTLANTI

Son damlada

             Son düşü

             Son umudu

             Görmek için uyudu.

             Ve ağladı gökyüzü

             Gönülden,

             Bardaktan boşanırcasına,

             Hüzünleri yıkarcasına.

 

 

 Günü birlik gelişimdi bu koca şehre. Araba ve insan seli kavşaklarda daha çok fark ediliyordu. Hepsi bir yere yetişme çabasındaydı. Bir gün bile katlanamadığım bu şehirde insanlar nasıl yaşarlar diye düşünürüm hep. İşlerimin bir kısmı öğleden sonraya kalmıştı.

 Çay bahçesi gibi bir yerde soluklanmayı düşündüm. Böyle bir bahçe bulabilmek için bulunduğum yerden epey yürüdüm. Yıllanmış ağaçlarıyla eski bir bahçeydi ilk önüme çıkan. Ortasında bir havuz ve fıskiyeler. Fıskiyelerden fışkıran su köpük köpük yükselirken insan figürlerinin ahenkli dans edişlerine benziyordu sanki. Belki on dakika gözümü fıskiyelerden ayırmadım.

 Bahçe sakindi. Masalarda tek tük oturan insanlar vardı. Bir ara tam karşımdaki masada oturana takıldı gözüm. Birine benzettim ama çıkartamadım. Başında saçları yok denecek kadar azdı. Sırtını hafif kamburlaştırıp oturmuştu. Ağır bir yük taşıyor gibiydi. Bakışları ise tek bir noktaya çivilenmişti.

 Gözümü ayıramadım. Ya hiç tanımadığım birisi ise? Rahatsız etmemek düşüncesiyle  kaçamak bakışlar atıyordum. İşte o anda düşündüğüm oldu. Aniden kafasını kaldırıp bana baktı. Bakıştık. O gözleri tanımamam imkansızdı. O bana"Sen!" , ben ona "Sen!" deyip yerimizden kalktık.

 Yavaş adımlarla temkinli bir şekilde birbirimize yaklaştık. Evet oydu. Çocukluk arkadaşım Ahmet'ti. Belki yirmi yıl hiç görmemiştik birbirimizi. Ama gözler hiç değişmemişti.

 "Allah müstehakkını versin. Az kalsın tanıyamıyordum seni." dedim.

 "Normaldir." dedi. "Üstümden kriz geçti , dümdüz etti beni."

 Daha sonra uzun uzun başına neler geldiğini anlattı. Memleketteyken sık sık görüşürdük onunla. Babadan kalan ne varsa satıp büyük şehre yerleştikten sonra hiç görmemiştim Ahmet'i.

 Çocukluğumuz birlikte geçmişti. Evlerimiz bitişikti. Sabahleyin gözümüzü açtık mı birbirimize  koşar, mahallenin bütün çocuklarını toplardık. Hava kararıp annelerimiz sesleninceye kadar akşamın olduğundan haberimiz olmazdı. "Ezan okundu girin içeriye!" dedirtmeden girmezdik evlerimize.

 Evimizin geniş avlusunda gazete kağıdından yaptığımız uçurtmalarımıza deneme uçuşları yaptırır, daha sonra soluğu top sahasında alırdık. Uçurtmalarımız gökyüzünde süzülürken hangimizinki daha yüksekten uçacak diye yarışırdık durmadan. Bazen küçük mesafelerle birbirimizi geçince sinsi sinsi gülerdik.

 Mahallede oynarken çok yorulduğumuz bir anda Ahmet  bir ara kaybolur, salçalı ekmek dilimleriyle döner hepimize paylaştırırdı. Belki hayatımda yediğim en lezzetli ekmekti. Onun annesi ekmek hamurunu evde yoğurur, mahallemizdeki taş fırında pişirtirdi. Biz ise ekmeği çarşıdan hep hazır alırdık.

 "Büyük şehir bizi yuttu." dedi yutkunarak. Gözleri dolu dolu oldu. "Hanımı annesine bıraktım çocuklarla . Ben de buralarda kendime gelmeye çalışıyorum. Kaç kere denedim! Kaç kere! Ölmek çok kolaymış meğer." dedi.

 "Gazetelerde intihar haberlerini okuyunca çok şaşırırdım. Deli bu insanlar derdim. İnsan nasıl canına kıyar?  Oysa çok basitmiş, çok kolaymış ölüm." dedi. Bir ara hafif gülümsedi. "İnsanın onurlusu intihar edermiş, akıllısı çareler bulur, bataktan kurtulurmuş. Ben ikinci sınıfa giriyorum herhalde." dedi.

 "Söyleyecek söz bulamıyordum. Ne demek!" dedim. "Sen hiç onursuz olmadın. Çocukluğumuz birlikte geçti. Seni iyi tanırım Ahmet!" dedim. Başını önüne eğdi "Geçmişi bırak, geleceğe bak derdim hep!" dedi.

"Oysa doğduğum ev, çocukluğumun geçtiği sokak gözümün önünden hiç gitmiyor. Rüyalarımda bile oralardayım. Unutamıyorum. Unutamıyorum bir türlü. Mahallemizin duvar diplerinde biten ısırgan otlarını, ebegümeçlerini bile özledim. At arabalarının peşine takılışımızı, şekerci Abdullah Dede'nin yolunu dört gözle bekleyişimizi özledim. En çok da anamın mis gibi tahin kokan peksimetlerini özledim." dedi.

 Artık ağlıyordu. Önceden engel olmaya çalıştığı, gözbebeklerinin etrafında biriken yaşlar akıyordu durmadan. Nasıl teselli edilirdi bilemiyordum. Dudaklarım birbirine yapışmıştı, konuşamıyordum. Kendimi toparlamaya çalıştım. Ama onu teselli edecek tek bir söz bile bulamadım.

 Bu dünyaya hepimiz bir görevle gelmiştik. Onun görevi oraya kadardı. Şimdi yeni bir göreve atanmıştı. O bundan sonraki hayatında kaç kişiye örnek olacaktı kim bilir ? Hayatımızda maddenin önemli olmadığını deneyimin öncelikli olduğunu kaç kişi öğrenecekti.

 Kendimi biraz toparlayınca "Ben seni götürürüm."  dedim. "Bugün dönüyorum. Birlikte gideriz. Hem eski günleri yad ederiz." deyip onu  benimle gelmeye ikna ettim. Arabama kadar sessizce yürüdük. Ön koltuğa oturduğunda güneş gözünü aldı.

 Güneşliği indirdiğinde arkasındaki küçük aynayı fark etti. Tozunu sildi. Aynadan yüzüne baktı. Bir daha baktı. "İşte karşınızda müflis işadamı." dedi alaylı ses tonuyla. O anda alnının çizgileri daha bir kalın geldi gözüme. Salçalı ekmeği paylaşma sırası bana gelmişti.

 Münevver Ongun

YAZARIN DİĞER YAZILARI