SABRIN SONU

    Temmuz sıcağının ortalığı kavurduğu günlerdi. Orta halli bir aile, deniz kenarında ucuz bir pansiyonda kalmayı planlamışken, bir akrabalarının tavsiyesiyle bir otele gitmeye karar verdi. O yıllarda ne internet vardı ne de rezervasyon kolaylığı; her şey biraz şansa, biraz da tesadüflere kalmıştı.

 

    İki saatlik yolculuktan sonra otele vardıklarında resepsiyon görevlisi önündeki deftere şöyle bir göz ucuyla bakıp "Maalesef, yer yok." dedi.

 

    Hevesleri kursaklarında kalmıştı. Geri dönmek de olmazdı; çocuklar günlerdir tatil hayaliyle yanıp tutuşuyorlardı.

 

    Tam umutsuzca geri dönerlerken görevli, Nihat Bey'e yanaşıp alçak sesle:

"İsterseniz orman yolunun sonunda bir pansiyon  var. Belki yer vardır orada." dedi.

 

    Çocuklarına tatil sözü vermiş olan baba derin bir nefes alıp yeniden direksiyona geçti. Daracık orman yoluna girdiklerinde herkes merak içindeydi. Virajlar bitmek bilmiyordu.

    "Bir de bu yolun dönüşü var. umarım bizi yanılgıya sürüklememiştir!" diye geçirdi içinden Nihat Bey.

 

    Yol kıvrıla kıvrıla ilerlerken, bir anda güneşin parlaklığı yüzlerini aydınlattı; masmavi deniz göründü. Hep birlikte bir "Ahh!" çektiler. Sora sora tarif edilen yeri bulduklarında yüzleri gülmeye başladı. Pansiyon sakin,  üstelik odalar da çok temizdi. Yaşlı bir karı koca işletiyordu ve hoş sohbet insanlardı. Hiç düşünmeden kalmaya karar verdiler, kendilerini bir an önce denize atmak için alelacele yerleştiler.

    Deniz pırıl pırıldı. Büyüleyici koyu çevreleyen çam ağaçları, mavi denizi sanki bir nazar boncuğu gibi kucağında saklıyordu. Çocuklar suya doyamıyor, akşam olsun istemiyorlardı.

 

    Aile çoktan tatilin uzamasını diler hale gelmişti bile.

 

    Muazzez Hanım ise sık sık pansiyon sahipleriyle oturuyor, ara sıra sohbet arasında lafı buralarda satılık  arsa olup olmadığına getiriyordu. İçten içe bu güzelliğin bir parçası olmayı istiyordu belki de.

    Bir gün pansiyon sahibi Hayriye Hanım  patika yola bakıp,

"Ha işte. Şu adamın satılık bir arsası var." dedi.

    Muazzez Hanım merakla başını çevirdi. Bir adam, eşeğinin sırtında ağır ağır onlara doğru geliyordu. Yaklaştığında seslendi.

 

    "Sizin buralarda satılık bir yeriniz varmış. Gösterebilir misiniz bize?" dedi.

 

Adam güneşten kararmış yüzünü kaldırıp selam verdi. Şapkası eskiydi, gömleği toz içindeydi ama deniz kıyısında yaşamanın verdiği yıllanmış bir dinginlik vardı gözlerinde.

    "Var, var," dedi. "bir parça yerim var. İsterseniz gider bakarız. Şurada, çok yakın."

 

Ailecek adamın arkasına takılıp yürümeye başladılar. Eşek önde, onlar arkada. Hemen hemen yüz metre sonra durdu. Biçilmiş buğday saplarının anızı duran ve deniz gören tarlayı gösterdi.

 

    "İşte!" dedi. "Benim yer burası."

 

    Oldukça küçük ama bir iki turunç ağacının gölgelendirdiği bir araziydi. Öndeki tarlanın zeytin ağaçlarının yaprakları arasından parlayan deniz, ışıl ışıl göz kırpıyordu onlara. Uzakta iki yelkenli demir atmıştı. Yol çetindi, virajlıydı ama burası el değmemiş bir cennetti.

 

    Muazzez Hanım büyülenmiş gibi fısıldadı:

"Burası muhteşem bir yer!

 

Adam, eşeğin yularını gevşetip yere çöktü:

"Öyledir," dedi. "Ama gençler şehre gidiyor. Kimse kalmıyor buralarda. Ben de satayım dedim. Nasip olursa. Köyün içinde ev yaptıracağım.

  Nihat Bey, karısına baktı. Ceplerinde nakit yoktu. "Hangi parayla almayı düşünüyor bizim hanım?" diye geçirdi içinden.

Ama Muazzez Hanım'ın gözleri pırıl pırıldı.

 

"Fiyatı nedir?" diye sordu çekinerek.

 

Adam sakince şapkasının siperini kaldırdı, kırlaşmış,terli saçları göründü:

"Geçen gün Ankaralı biri geldi 150 bin  teklif etti, vermedim. Siz madem buralısınız, size 100 bine  veririm."

 

Aile fertleri birbirleriyle bakıştılar. Sanki tatilin değil, hayatlarının akışı değişmek üzereydi.

 

Muazzez Hanım kararlı bir alıcı gibi adamın köydeki evinin adresini aldı.

"Karar verince geliriz amca," dedi.

 

    Pansiyona döndüklerinde Muazzez Hanım'ın aklı hâlâ tarladaydı. Çantasından kalem kâğıt çıkarıp hesaplar yapmaya başladı. Kendisine ait ikinci el bir arabası vardı. Onu satmayı düşündü. Birkaç bileziğini bozdursa tamamlayabilirler miydi acaba?Hesapladı, hesapladı. Paranın büyük kısmını tamamlıyordu. Kalanı için ise başka  nasıl bir çözüm bulabilirdi?

     Sabahleyin kocasına dün baktığımız tarlayı alalım. Ben çok beğendim.

"Hangi parayla alacağız? Daha yeni sana araba aldık.

Ben arabasız da yaparım. Onu satacağız zaten. Bileziklerimle bir kısmını tamamlayabileceğiz.

Kalanını taksitle ödemeyi teklif edelim!" dedi. Nihat Bey şaşırdı:

 

"Kafayı mı yedin sen? Nerede görülmüş taksitle arsa satıldığı?"

 

    Ama Muazzez Hanım vazgeçmedi.

"Biz deneyelim, kabul etmezse döner geliriz." dedi.

 

    Nihat Bey isteksizdi ama; "Peki madem!" dedi.

    Ertesi gün tarla sahibinin evine gittiklerinde samimiyetle ne kadar paralarının olduğunu anlattılar, üstünü altı taksit şeklinde ödeyebileceklerini söylediler. Satıcının ağzından çıkacak "olur" cevabını beklerken Muazzez Hanımın kalp atışları hızlandı. Tarla sahibi bir anda:

    "Öyle olmaz!" dedi. Muazzez Hanım ümitsiz gözlerle kocasına baktı. Hayallerinin suya düştüğünü zannetmeye başlamıştı ki adam:

 

    "Altı taksit olmaz. Beş yapalım bunu." demez mi!

    Muazzez Hanım kocasının cevabını beklemeden:

 

    "Olur! Olur!" dedi tarif edilmez bir sevinçle.

    Sonunda Muazzez Hanımın arzusu gerçekleşti: Bir ay sonra tapuyu aldılar. İmar müdürlüğünden arsanın durumunu öğrendiklerinde ise gerçek ortaya çıktı:

    Bu arsa tarla olarak gözüküyordu, bölgenin imar planı yoktu henüz ama hazırlanıyordu. Dolayısıyla arsanın yapı izni yoktu o gün için.

  

    "İmar planı gelince küçük bir ev yaparız." diye kendilerini rahatlattılar.

 

    Yıllar geçti, beklenen imar planı bir türlü gelmedi. Her bahar ya da yaz gidip arsalarına baktılar. Portakal, mandalina, zeytin ağaçları diktiler. Bir bahar günü geldiklerinde tüm ağaçların köyün hayvanları tarafından yenip yok edildiğini görüp hayal kırıklığına uğradılar.

Arsalarının sağında solunda tatil köyleri, yazlık evler yükselmeye başlamıştı artık.

 

Muazzez Hanım,

    "Biz de küçük bir şey yapalım!" diyordu ama Nihat Bey inatla;

"İmar planı gelmeden çivi çakmam. Her şey yasal olmalı." diye diretiyordu.

    Arsaları orada, sessizce durdu yıllarca. Her yaz onları bekledi. Mahzun ama umutlu bir çocuk gibi.

Üstelik tam otuz yıl.

    Bu otuz yılda tarlalarını görmeye gittiklerinde  çevresindeki tarlaların arsaya dönüştüğünü, yat limanının yapıldığını, tatil köylerinin, evlerin, motellerin mantar gibi çoğaldığını  görmek onları derinden yaralıyordu. Muazzez Hanım da sabrı tükenmiş  olarak kocasına sitemler ediyordu.

  "Biz bu arsayı aldığımızda ben otuz yedi yaşındaydım. Şimdi kaç yaşındayım? diye soruyordu eşine. "Çocuklarımız yararlanamadı bari torunlarımız yararlansın bu denizden. Ne olursa olsun bir kulübe konduralım şuraya!" diye ısrarlarına devam ediyordu.

    İşte tam o yıllarda bir ümit ışığı doğdu. Bir prefabrik  kondurmaya karar verdiler. Sorunların tamamı olmasa da büyük bir kısmı çözülmüştü.

    Artık bir evleri vardı. Küçücük de olsa içinde yılların umut ışığının yandığı bir ev.

    Bir akşamüstü evlerinin bahçesinden denize bakarken çayını yudumladı  Muazzez Hanım kocasıyla birlikte. Yıllanmış zeytin ağaçlarının tepesinden batan güneşe baktı uzun uzun. Rüzgar hafifçe titretti onu. Nihat Bey  bir şal getirip titreyen elleriyle  sarıp sarmaladı karısını. Kulağına  eğilip otuz yıl bekledik ama sonunda başardın." dedi yavaşça. Deniz hafifçe kabarıyor, zeytin ağaçlarının gölgeleri evin duvarlarında dans ediyordu.

Muazzez Hanım, masanın üzerindeki ajandaya kaydettiği satırları kocasına göstererek;

"İşte bu da bizim hikayemiz, yazmasam deli olacaktım." dedi.

Ve ardından;

   "Sahi torunlar ne zaman geliyorlar?" diye sordu.

  "Bilmem!" dedi kocası. "Sürpriz yapmayı sever onlar."

    Otuz yıl önce bir eşeğin arkasından yürüyerek gördükleri o toprak parçası  o akşam ışıkla doldu. Muazzez Hanımın kulaklarında torunlarının gülüşleri çınladı durdu. Yıllar süren sabrın huzuruyla.

                    Münevver Ongun

YAZARIN DİĞER YAZILARI