GÖÇLER, GİDEN VE GELENLERLE TÜRKİYE !?

18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa ülkeleri 'Sanayi Devrimi' ni tamamlarken, bizim Osmanlı atalarımız hâlâ ayakta uyuyor, Ortaçağ kafasıyla eğitimle, iç isyanlarla ve birer birer kaybettikleri toprakları kurtarmanın telaşıyla kaynıyor, her teknolojik ürünü de borçlanarak hep dışarıdan satın alıyordu!..

1918 yılında I. Dünya Savaşı sona erince, biliyorsunuz Almanlar tarafında olduğumuz için biz de 'mağlûp' sayılmıştık... Kaybettiğimiz topraklardan, özellikle Afrika ve Ortadoğu bölgelerinden yağmur gibi göçler başladı... Hatay, Mersin, Adana, Gaziantep, Diyarbakır ve Van illerimizin nüfusları bir anda şişti!.. Avrupa'dan da Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, İstanbul ve Bursa'ya çok sayıda insanımız geldi...

Kurtuluş Savaşımız sonunda kurulan yeni 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti' dört yıl boyunca verilen o çok müthiş ve ölümcül savaşlarda nüfusumuzun çoğunu düşman saldırıları ve salgın hastalıklarda kaybettik!.. Anadolu'daki tüm Rum ve Ermeniler gittiler, II. Dünya Savaşı sonrası 1947'de kurulan İsrail'e de Yahudiler göç ettiler... Artık ne kadar sağlıklı bir nüfus sayımı yapıldı ise, 1923 yılındaki kaynaklara göre, nüfusumuz "13 Milyon" kadardı... 10 yıl içindeki nüfus artışı teşvikleriyle, - özellikle yol yapımında 5 çocuğu olanların bu çalışmalardan muaf tutulması kararı ile- bu nüfusumuz '27 Milyona' çıkmıştı... İşte, 'Onuncu Yıl Marşı'ndaki; "10 yılda on beş milyon/  Genç yarattık her yaştan!" sözü de, aslında bunu anlatmaktadır...

Ancak, bize Doğu ve Güney'den gelen göçlerdeki insanlarımız çok vasıfsız, cahil insanlardı... Buna karşın, Avrupa'dan gelenler, özellikle de Arnavutluk ve Bulgaristan kökenli insanlarımız çok çalışkan, üretken, dindar ama, Avrupa teknolojik gelişmelerini bilen ve uygulayan insanlarımızdı!.. İşte bunlar, buradan giden Rum ve Ermenilerin burada yaptıkları inşaat, tıp, ziraat, sarraflık... gibi teknik işleri yapar oldular!.. Yani, bir boşluğu doldurdular...

Örneğin: Bizler 'Kosa (Tırpan)' denilen ot ve ekin biçme aletini bilmezdik, onlardan öğrendik... Daha önce bizimkiler eğri oraklarla, parmaklarına geçirdikleri 'Tahta Elciklerle' ot ve ekin biçer, uzun süre bu işlere zaman ayırırdık... Halbuki bir Kosa kullanan kişi, üç-dört amelenin yaptığı işi tek başına yapıyordu... Konserve yapmayı, kavun ve karpuzdan 'pekmez' yapmayı, ağaçtan yayık aracını da onlardan öğrendik... Daha önce biz tereyağı ve peyniri deri tuluklarda, günlerce onu sallayarak bu işleri yapardık... Taş döşeme yolları, kaldırımları da bu Arnavut ve Bulgar göçmeni vatandaşlarımızdan öğrendik... Keza traktör, su motoru, cip kullanmayı ve bunların nasıl tamir edileceğini de; demircilikte sadece orak-bıçak-çapa-kürek-saban ucu- yapmayı bilirdik, bunlardan çocuk oyuncakları,  'Kaydırak, Çoklu Salıncak, Tahtarevalli, Çıngırdaklar' yapmayı da onlar öğrettiler!..

04 Kasım 2021 tarihli yazısında sayın Yılmaz Özdil şöyle diyordu: "...Tee 160 yıl önceydi... Ruslarla kapışmak üzereydik, orduya 'Tüfek' lâzımdı... Aslen kendisi Fransız, eşi Amerikalı olan adamı, ahalimiz gâvur isminden huylanmasın diye adını 'Bulak Bey' koyup, Washington Büyükelçimiz atamıştık... Padişah efendimiz ona görev verdi, o da bir şirketle anlaşıp, adı 'Martini' olan tüfekleri, tanesi 15 dolardan tam 300 Bin tane sipariş etti..." diyordu... Bu satıştan bu gâvuroğlu elçimiz kaç dolar ziftlendi, işte bunu kimse bilmiyor tabii!?

Bunları eloğlundan aldık, ama biz türkülerimizde bunlarla övünerek; "Sırtımda Martinim var/ Elimde dermanım yok"... "Aynalı Martin yaptırdım da narinim/ Kendi neslime"... gibi türküleri yıllardır en ünlü ağızlardan dinleyip, gurur gibi bir şey duyduk öyle mi; hadi ordan bee!?

Şimdilerde ise başta Suriye olmak üzere; Afganistan'dan, Irak'tan, İran'dan, Sudan'dan, olmak üzere, yine Doğu ve Güney'den cehalet abidesi-terör şüphelisi insanlar geliyorlar!.. Bunlardan bize, yine ne gibi hayırlar gelecek ki!?                          Sakin KOŞAR...

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI