Değerli okurlar, yine bir kitaptan okuduğum bir bölümü sizlerle paylaşmadan edemedim. Kütüphaneden edindiğim SARI ZZEYBEK adlı kitap Can DÜNDAR' ın ince eleyip sık dokuduğu bir inceleme/araştırma kitabı. Yüce Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK' ün vefatından önceki son üç yüz yılının öyküsü. Bu yapıt, ATA' nın en yakınındaki yazar, komutan, doktor ve yakınlarının gözlerinin önünde Ata' mızın adım adım eriyişinin öyküsüdür. Her bir sayfası birbirinden önemli, etkili, duygulu anılarla örülmüş bir anılar yumağıdır. Bunlardan "SARI ZEYBEK" başlıklı bölümü aldım buraya.
SARI ZEYBEK: Yalova'da Atatürk, 11 gün boyunca tam bir kampa alındı. Uzun sofra muhabbetlerine ara verildi. Sabahlara kadar süren akşam yemekleri en geç gece saat 02.00' da biter oldu. Kendisine hemen her gün glikozlu serum takıldı. Gerektikçe idrar söktürücü ve sinir yatıştırıcı ilaçlarla bünyesi takviye edildi. Tedavi kısa sürede sonuç verdi. Kaşıntılar azıldı, Ata, iştahlandı. Hatta Yalova'ya geldiğinde 74 olan kilosu 78 e çıktı. Sofrasındakiler, son dönemde solan çehresinin yeniden gülücüklerle aydınlandığını fark ettiler. Ama bu geçici sıhhat alameti yanlış anlaşıldı. Atatürk, içindeki şeytanı alt ettiğini sandı. Doktoru, " Bu kürü üç hafta sürdürmemiz lazım" diye yalvarsa da dinlemedi. Sağlığına yeniden kavuştuğunu düşünüyordu. Hem dünyaya meydan okumuş bir başkomutanı sıradan bir karaciğer hastalığı mı teslim alacaktı? Şimdi cümle âleme, yalnız ordulara değil, kaderine de hükmedebildiğini gösterme zamanıydı.
1 Şubat günü Atatürk, başbakanı Celal Bayar' ı, birkaç bakanı ve silah arkadaşı Ali Fuat Cebesoy' u yanına alarak Yalova' dan ayrıldı ve Bursa' ya hareket etti. Bursalılar sağanak yağmur' a aldırmadan karşılama için yollara dökülmüşlerdi. O da buna karşılık Bursalılar' ı üstü açık bir arabayla selamladı. Hatta Ulucami önünde arabasından inip halkın arasına karışarak bir süre onlarla yürüdü. Islandı. O gün Atatürk ve arkadaşları Çelik Palas' ta kaldılar. Yemekte Atatürk o korkulan soruyu sordu:
-Ne yapacağız bu akşam? Yemek yiyip uyuyacak mıyız? Masaların üzerinde de sudan başka bir şey yok. Bütün gece su mu içeceğiz?' Böylece perhiz o gece bozulmuş oldu. Ertesi günü Atatürk, Bursa Merinos Fabrikasının açılışını yaptı. Gece yüzüne hâkim olan pembelik, yerini bir irin sarısına bırakmıştı. Tanıkların ifadelerine bakılırsa "Omuzlarında, dizlerinde, gözlerinde bir yorgunluk dolaşıyordu." Bir gece içinde en az on yıl yaşlanmış gibiydi. Gece Belediye salonunda şerefine düzenlenen bir balo vardı. Balo öncesi akşam yemeği için saat tam 7' ye 10 kala Çelik Palas' ın salonuna girdiğinde davetliler şaşkına döndüler. Gündüz sapsarı olan yüzünde yapay bir canlılık parıldıyordu. Dikkatli gözler, Ata' nın yüzüne yansıyan sıhhatin usta bir makyözün elinden çıktığını hemen kavradılar. Evet, Atatürk hayata meydan okuyacağı o gece canlı görünmek için makyaj yapmıştı. Geçen geceki uyarıdan sonra rakı şişeleri masalardaki eski yerini alıvermişti. İlk yudumlar alınırken Tamburi Cemil Bey de Ata' nın karşısına kurulmuş ve " Mani oluyor halimi takrire hicabım" diye çalmaya başlamıştı. Sonrasını o geceyi unutulmaz bir film gibi hafızasına nakş eden gazeteci Nizamettin Nazif' in anlattıklarından okuyalım:
Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu(Gazeteci-yazar):
"Tamburi Selahattin çalarken Atatürk, pek enginlere dalmıştı. Birdenbire ürperir gibi oldu. Selahattin' e işaret etti: " DUR!" diye bağırdı. "Bu akort bozuk. la ve si kulağıma yabancı geliyor. Ver bana tamburu." Selahattin, hürmetle doğruldu ve bir mihraba mukaddes bir kitap koyar gibi tamburunu Şef' in asabi parmakları arasına bıraktı. Bu parmaklar teller üzerinde bir iki dolaştı. Sonra mandaların bir ikisini sıkıştırdı. Fakat üçüncü bir hareket, Şef' in dudaklarında bir hayret nidası çıkarttı. "Vaaay!" La teli mi, si teli mi işte biri kopuvermişti.
"Ne yapacağız şimdi, başka tel yok mu?"
"Yanımda yok, fakat otelde var!"
"Güzel! Getirt."
Yüzünde komşu çocuğunun oyuncağıyla oynarken kazaen oyuncağını kırmış bir yavrunun masum hicabı belirdi. Vaziyeti korumak ister gibi, hatta hatasının affedilmesini istiyormuş gibi etrafına bakındı. Orgeneral Cebesoy' a hitap etti:
'İnsan bilmediği işe burnunu sokmamalı'. Fakat bu derece tevazuu da kendine yediremedi. Ani bir rücu ile 'Mamafih.' dedi. 'Hepiniz de farkına vardınız ki, akordu bozuktu."
Saat tam 10' u çeyrek geçiyordu' saatine baktı ve balo vaktinin geldiğini fark etti. Bütün zevat; erkekler, siyah smokinler, bayanlar şık tuvaletler içinde arabalarla belediye salonuna geçtiler. Bu iki katlı gösterişli ve ahşap bir binaydı. Üst kattaki geniş salonun bir köşesini büyük bir çini soba süslüyordu. Bir başka köşeye de Ege vapurunun bandosu yerleşmişti. Atatürk, otomobilinden inip çevik adımlarla merdivenleri çıktı. Şapkasını, eldivenlerini, pardösüsünü ve bastonunu vestiyere bıraktı ve ikinci kata çıkıp kendisine takdim edilen bayanları selamladı. Sonra da valinin eşine kolunu teklif edip salona girdi.( Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu' nun anılarından devam.)
Bando İstiklal Marşını çaldıktan sonra bir iki dakika istirahat etti. Akabinde aheste tempolu bir vals başlayınca bayanlardan birinin önünde eğildi ve 18 yaşında bir genç çevikliği ile piste çıktığı görüldü. 4,5 ay sonra yataktan çıkamayacak derecede hastalığı artacak ve 7,5 ay sonra dünyayı mateme boğacak olan insan, daha bir hafta evvel kendisine her türlü yorucu hallerden sakınması bildirilen insan, raks ediyordu. Etrafını çeviren davetliler, kımıldamadan duruyorlar, gözlerini O'ndan ve bilhassa yere ne zaman değdiği, ne zaman yerden ayrıldığı zor fark edilebilen ayaklarından ayıramıyorlardı. Çok ustalıkla biçilmiş tığ gibi ütülü bir pantolonun uçlarından çıkan bu iki küçük ve taraksı ayağı süsleyen kibar hatlı bir çift rugan iskarpinin topukları dans boyunca bir defa dahi tahtaya değmedi. Muhakkak ki pek mükemmel dans ediyordu. Bütün vücudunu ve pek ahenkli hatları olmasına rağmen yine mutlaka 55 kilodan aşağı bir ağırlığı olmaması lazım gelen zarif raks arkadaşını parmaklarının ucu üzerinde döndürüp koşturan bu insanın hasta olduğuna nasıl inanılabilirdi? Bu insanın neresinde derman kalmamıştı? Kollarında mı, dizlerinde mi? Bu kollar ki, fırakın yenlerinden çıkan murassa düğmeli kolluklarının sert kolasından çok daha sert bir gerilişleri vardı. Bu dizler ki, dondurulmuş gibi dimdik duran bacaklarında en ufak bir bükülüşler görülmüyordu. Gayet kibar dans ediyordu. Bu raks gece yarısına dek sürdü. Dans bittiğinde Atatürk, alkışları zarif bir reveransla karşıladı. O gece az içti. Neşesi yerindeydi. Yanındakiler, "Hazır neşesi yerindeyken otele dönebilirsek ne ala" diye umutlandılar. Ama nafile. Atatürk aniden hareketlenip vals çalmaya devam eden orkestraya yöneldi. Orkestra Şefi Azerbaycan' lı Mehmet' e
"ZEYBEK!". diye bağırdı. Orkestra üyeleri şaşkın, bir zeybeğin melodisini mırıldanmaya çalışırlarken Atatürk, yeniden gürledi:
"Hayır. O değil, Sarı Zeybek."
Birden salondaki fıraklı ve tuvaletli davetliler topluluğu pistin etrafını çevirdi ve bu muhteşem gösteriyi izlemeye hazırlandı. Az sonra Zeybek havasıyla birlikte Gazi' nin ölüme meydan okuyuş dansı başladı. "Anında Ödemiş ve Aydın Efelerini de hayran edecek bir zeybeğin kahraman figürlerini icraya başladı. Bu, hakikaten bir kahramanlık ayini idi. Rejime riayet ederse en çok 9 ay yaşayabilir" teşhisi konulan ve bunu bilen bir adam, dizlerini yere vura vura zeybek oynuyordu. Bu ayini izleyen saray erkânının gözlerinden öyle acı bir endişe fışkırıyordu ki bu hal, ancak bir iki dakika meçhul kalabildi. Sonra birden bu harikulade bedii raksın akıllara durgunluk veren manasına hepsinin akıl erdiriverdiği anlaşıldı. Gülümseyen yüzlerin bir deruni emre itaat eder gibi, hep birden geriliverdikleri görüldü. İçlerinde fevkalade bir neşe kıvılcımından gözlerin hep birden dumanlandığı, bakışların donuklaştığı görüldü ve o anda genç kadınların eriyen rimellerinden gözbebeklerinin yanmasına ehemmiyet vermeden, delikanlıların beyaz gömleklerine kolalarını eritecek derecede sıcak ve nohut büyüklüğünde damlalar dökerek ağladıkları görüldü. Yine o anda O' nun sanki bu gözyaşlarıyla ifade olunan umumi teessürü hissetmiş gibi, bu teessürle bu merhamet çeşnisi sezmiş de kızmış gibi raksına bir kat daha şiddet verdiği görüldü. Tahtaya vuran dizlerinden çıkan sesler, şimdi bu meyus bakışların, bu yaşlı gözlerin muhasarasından kurtulmak isteyen bir aslanın kükreyişini andırıyordu. Orkestra zeybeğin son notalarını bitirince kadınlar ve erkekler, göstermemek için ipekli mendillerini acele acele gözlerine bastırırlarken Atatürk, ağız dolusu bir kahkaha attı." O, sonunda
" Ne güzel geceydi!" . Dedi.