KÖYCEĞİZ' den AĞRI DRAĞI' na DOĞU TURU-3

KÖYCEĞİZ' den AĞRI DRAĞI' na DOĞU TURU-3

                Değerli okurlar, seyahatimize Tatvan'dan Van'a doğru devam ediyoruz. Bilindiği üzere Tatvan-Van arasında üç ulaşım şekli var: 1. Feribotla olan en kısa yol, 2. Si güneyden; Tatvan/Edremit/Gevaş üzerinden giden yol, 3.sü de kuzeyden giden Ahlat, Erciş, Adilcevaz üzerinden giden en uzun yol. Biz ikinci yolu tercih ediyor ve Van Gölü kıyısında, dağlar arasında yolumuza devam ediyoruz. Bitlis'te kaldığım yıllarda bu yoldan bir kez geçmiştim ve KEÇİKIRAN MI, KUZGUNKIRAN MI olduğunu bir türlü anımsayamadığım bir yerden geçmiştik. Bu yerin adını bu kez açıkça gördüm ve fotoğrafladım. Meğer burasının adı; KUSKUNKIRAN imiş. Demek öylesine zorlu bir yolmuş ki hayvanların, katırların semerleri, eyerleri, paldımları, kuskunları kırılıp kopuyormuş. Bunun gibi bir yol da Aksaray'dan Nevşehir' e doğru çıkarken vardır: DEVE BAĞIRTAN YOKUŞU. Ankara-Bolu arasında KARGASEKMEZ GEÇİDİ, Adana-Kozan dağlarında TAŞ DURMAZ, bizim Toroslarda ŞOFÖR KORKUTAN. Anadolu coğrafyası ne kadar ilginç değil mi? Gezip görmek gerek. Ayrıca bu KUSKUNKIRAN' a bir de tünel yapılmış ve bu adla anılıyor.  Zaman zaman Van Denizi' ini kaybediyor ve ulu dağlar arasında yol alıyoruz. Neyse sonunda tekrar Gölü/Denizi buluyor ve dağlarının eteklerinde dev harflerle OGM' nin "VATAN BÖLÜNMEZ" yazısını görüyor ve fotoğraflıyoruz. Biraz sonra da AKDAMAR adasını soldaki bir ada üzerinde bırakarak ileride sahilde bir lokanta/iskelede konuşlanıyoruz. Burada bir yarım saat kadar oyalandıktan sonra gidip gelen teknelerden birine doluşuyor ve AKDAMAR' a doğru yol alıyoruz. Herkes neşeli, keyfi yerinde. Bir gezide olmanın, her türlü sıkıntıyı geride bırakmanın rahatlığı içinde gülüp oynayarak su üzerinde yol alıyoruz.  Yarım saat kadar süren bir yolculuktan sonra adanın kuzeyine yanaşıyor ve iskeleden merdivenleri tırmanarak kiliseye ulaşıyoruz.  Yıllar önce geldiğimde adanın güney cephesinden tırmanmıştık. Adanın ve kilisenin içinde, dışında, çevresinde büyük yenilikler yapılmış. Yürüyüş yolları, merdivenler, seyir terası, çay bahçeleri, çeşmeler, sivri tepelerde Türk Bayrakları, kilise binasında derlenip toparlanma, restorasyon çalışmaları.  Yıllar önce manuel makinenin filmine kıyıp da çekemediğim fotoğrafları dijital makine ile şakır şakır makinemin hafızasına kaydediyorum. Hanım da kendi havasında o da keyfince görüntüler alıyor, artık beni falan dinlemiyor, herkesten önce görüntü peşinde koşuyor... Adayı, kiliseyi, çevresini yeterince gezip fotoğrafladıktan sonra tekrar teknemize dönerek TAMARA' nın adasından ayrılıyoruz. Daha önceki yıllarda yazmıştık. Burasının "AH TAMARA" diye bir efsanesi vardır. Bundan dolayı AKDAMAR denildiği söylenir. Aslına bakarsanız buranın toprağı da beyaz renkli.

                Gevaş'tan VAN' a doğru yaklaşırken arkadaki yüce ARTOS DAĞI YÜKSELİYOR. Hani VİZON TELE filminde tv. Kanalını çekmesi için tırmandıkları ARTOS DAĞI. Van'a doğru yaklaşırken DENİZ! Kıyısındaki villalar, sahil yapıları, 35-36-06-26 vb. plakalı araçların doldurduğu yol kıyıları dikkatimizi çekiyor. Sanki VAN 'da değil de batıda bir sahildeyiz. Akşam karanlığı basmak üzeredir. Bu kez de merkezdeki VAN/TUŞPA KALESİ' ne doğru ilerliyoruz. Uzaktan/yakından birkaç poz fotoğraf almışsam da yeterli olmuyor. Girişten sonra en yüksek surun dibindeki yalçın kayalarda tırmanmaya başlıyoruz.  Üstelik daha ilk gün düştüm ve ayağım burkulmuştu. Bu acıya/ağrıya aldırmadan surun dibine çıktığımızda artık güneş batmıştır. Upuzun kayaların üzerine kondurulmuş bu devasa kalenin daha beşte birini bile gezemeden karanlık basmıştır. Van'ın ışıl ışıl mahallelerini fotoğrafladıktan sonra naçar dönüyor ve bir yarım saat de şehir içinde dolandıktan sonra otelimize ulaşabiliyoruz.  Hemen çanta/valiz operasyonundan sonra çatıya çıkarak terasta akşam yemeğine oturuyoruz.  Terasta manzara müthiş. VAN, doğunun PARİS' i.  Caddeler, sokaklar ışıl ışıl, pırıl pırıl. Köyceğiz'deki komşumuz öğrenci Serhat, bize hep "Aynur anne, Nail Baba, Van'a geldiğinizde ben sizi AŞİRET DÜĞÜNÜ' ne götürecem!" diyordu. O gün bu günmüş. Diğer arkadaşlar, Van'ın sokaklarına dalmışken biz hanımla SERHAT' ın kullandığı özel aracıyla Şabaniye mahallesindeki düğüne yetişmeye çalışıyoruz.  Düğünün sonlarına doğru düğün meydanındayız. Ortalık ana/baba günü; davul/zurna eşliğinde kadınlı erkekli ALAN AŞİRETİ, ışıl ışıl, pırıl pırıl süslenmiş düğün/şenlik giysileriyle öyle bir halay çekmekteler ki görmek gerek. Serhat'ın anası, babası, dayısı, amcası, komşuları bize öyle bir ilgi gösteriyorlar ki sanki uzaydan gelmişiz. Hanım hemen halay çeken kızların arasına giriyor ve fotoğrafını alıyoruz.  Halay çekenlerin fotoğraflarını alabilir miyim? Diye sorduğumda "hiçbir beis yok, istediğin kadar fotoğraf çekebilirsin!" diyorlar.  Çepeçevre halayın onlarca fotoğrafını çekiyorum. Sahnede usta bir sanatçı var, zaman zaman Kürtçe, zaman zaman da Türkçe türkülerle ortalığı inletip birbirine katıyor. Meğer bu sanatçı Kürtlerin KAZO (Kazım) diye bilinen ünlü bir sanatçısıymış. Aynı zamanda DENGBEJİ (Halk hikâyeleri de anlatan ozan) imiş. Ucu/sonu belirsiz bu halayın son derece hareketli oyunları sürerken biz bir kenara çekilerek Serhat'ın yakınları ve akraba-i taallukatıyla poz poz fotoğraflar alıyoruz.  Saat 24.00'a doğru kadınlı-erkekli halay son hızla sürerken biz Serhat'ın arabasıyla meydandan ayrılıyor ve merkezdeki otelimize dönüyoruz. Günün bunca hay/huyundan ve yorgunluğundan hemen sızıp kalıyoruz.  Ertesi günü 06.00' ya doğru uyandığımızda ortalık ışımıştır. Hazırlanıp terasa çıktığımızda artık her yer aydınlanmış ve VAN şehri tüm şaşaasıyla gözler önündedir. Her zaman olduğu gibi bir ara çevrenin görüntüsünde kendimizi kaybediyoruz. 07.00'da başlayan kahvaltı 08.00' da bitiyor ve günün yeni yolculuğuna çıkıyoruz. Gezimizin en uzun yoluna çıkıyoruz: AĞRI DAĞI' nın dibinde İSHAKPAŞA SARAYI, Van'dan 180 km. Daha VAN' dan çıkmadan önümüze bir başka ziyaret yeri çıkıyor: VAN KEDİ VİLLASI. Hiç Van' a kadar gelinir ke VAN KEDİLERİ' ni görmeden gidilir mi? Çarnaçar giriyor ve onlarca beyaz kedinin konuşlandığı bölümleri geziyoruz.  Kedilerin hepsi de beyaz. 180 kadar kedi varmış. Erkekler ayrı, dişiler ayrı bölümlerde kalıyormuş. Burada da mı haremlik/selamlık diye söyleniyoruz.  Tabi ki bunların ilişkilerini düzenlemek için bu durum kaçınılmazmış. Bilindiği üzere bunların bir gözü sarı, bir gözü mavi. Ancak her iki gözü de sarı ya da her iki gözü de mavi olanı da oluyormuş. Bir saat kadar kaldıktan sonra buradan da çıkabiliyoruz.  Van GÖLÜ, hala bizi bırakmıyor ve peşimizde.  Neyse sonunda gölün son ucu görünüyor ve Erciş, Adilcevaz, Bitlis yönüne sapan yolu solda bıraktıktan sonra yüce yüce dağlar arasında uzun uzun yollarda saatlerce ilerleyerek yıllardır içimizde bir ukde olarak duran İSHAKPAŞA' ya doğru yol alıyoruz. Yollar uzun, yollar sonsuz, dağlardan aşıyor, bellerden geçiyor, ovalara iniyor, yamaçlara tırmanıyor.  Şükür ki yollar güzel ve rahat. Otobüsümüz istediği normal hızını yapabiliyor.  Kaptanımıza güvenimiz sonsuz. İlk gördüğümüzde kaptanı fazla genç görüyor ve içimizden "Bu koskoca otobüsü bu çocuk mu götürecek?" diye bir düşünce geçiyor. Sonradan öğreniyoruz ki, bu genç 15 yaşından beri bu otobüslerin üzerindeymiş, bir ara KAMİL KOÇ otobüslerinde de çalışmış. Yaşı da öyle çok genç değil, 34 yaşında. En önde oturduğumuz ve fotoğraf almak için sürekli hostes koltuğunda ya da ön merdivenlerde olduğumuz için gözümüz sürekli üstünde. En küçük bir falsosunu görmüyoruz. Yollar akıp gidiyor, dağlar. dağlar. dağlar. Nemrut' du, Süphan' dı derken TENDÜREK DAĞI' na ve ortalığa savrulan ve soğuyarak taşlaşıp kayalaşan lavlarına geliyoruz.  Bir yandan da çevre tepelerdeki KALE/KOLLARI görüp fotoğraflıyoruz.  Daha sonra fotoğrafları büyütüp baktığımızda bu KALE/KOLLAR' ın çok daha büyük ve kapsamlı olduğunu fark ediyoruz.  Tabi ki Mehmetçiğimiz, bu yalçın dağların başında yaz aylarının kızgın güneşinde, kış aylarının karında, buzunda, fırtınasında bir saniye sektirmeden 7/24 görevde. Bunu zor şartlarda askerlik yapanlar daha iyi anlarlar. Yol kıyılarında, vadilerde, küçük düzlüklerde tek katlı, ilkel yapıda köyler görüyoruz. Ne bir orman, ne bir koru, ne de tek bir ağacın bile görülemeyen bu yabani ortamda insanlar. Hele bu mevsimde yeşil bir otun bile görünmediği bu dağ başlarında, bu vadi diplerinde ne yer, ne içer, nasıl geçinirler? Sözü fazla uzatmadan işi ustasına bırakıyorum.  Bu boz/kuru/kurak toprakları görünce Yakup Kadri'nin YABAN ROMANI' ndaki şu sitemini yazmadan geçemeyeceğim: "Bunun nedeni Türk aydını gene sensin!. Bu viran ülke ve yoksul halk kitlesi için ne yaptın? Yıllarca ve yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkının kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti, şimdi elinde orak buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabi ayaklarına batacak. İşte her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey senin kendi eserindir, senin kendi eserindir!". Yazar, bunları bundan 100 yıl önce bizim batı Anadolu halkı ve toprakları için söylüyor. YA BU TOPRAKLAR!!??... YA BU İNSANLAR!!?

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI