OLYMPOS'TA ÇIRALI/YANARTAŞ ve ADRASAN KOYLARI.
Değerli okuyucular, Nurican GÜNGÖR TUR, ne yaptı etti bizi yine Antalya yönüne doğru sürükledi. Yıllardır gitmek isteyip de hep ertelediğimiz OLYMPOS ve çevresine tur düzenleyince bu tura katılmak kaçınılmaz oldu. Çünkü Antalya' nın pek çok yerini gezip yazdığımız halde buraya gitmemiştik. 14 Eylül gecesi sabahın 04.00'ında Köyceğiz'den aracımıza binerek Ortaca, Dalaman ve Fethiye' den gezginleri alarak 'ver gelsin Antalya' diyerek yola çıktık. Korkuteli' nde gün ışımış ve sabah olmuştu. Yol üzerindeki ŞEREF MOLA' da kahvaltımızı yaparak yolumuza devam ettik. Burada beklemediğimiz bir fiyatla karşılaştık. Kahvaltı kişi başı150 tl. Antalya girişine en sağdan girerek Konyaaltı' nı veKemer' i solda, Tahtalı' yı sağda bırakarak Kemer ile Kumluca arasındaki Olympos Dağlarının dibindeki otelimize konuşlandık. Daha sabahın onunda otelimiz boşaltılmış, bizi bekliyordu. Yeşiller içindeki konak yerimiz, önce ÇAVUŞOĞLU PANSİYON iken yatak sayısını artırarak POSEİDON OTEL olmuştu. İki katlıydı, çevresindeki bütün yapılar gibi. Demek ki daha fazla kata izin verilmemişti. Hemen otelin yanı başında MİGROS ve CARFUR gibi AVM' ler vardı. Sonradan gördük ki, bu çeşit AVM' ler en küçük köylerde bile karşımıza çıkıyordu. Hey gidi bizim KAHRAMAN BAKKALIMIZ. Adı sanı tarihe karışmıştı. Ağırlıklarımızı otele bırakıp mayo, terlik ve havlularımızı alarak yeniden aracımıza doluştuk ve OLYMPOS Antik kenti ve devamındaki Olmypos Plajına doğru yol aldık. Birkaç km. sonra OLYMPOS' un eteklerindeki Antik kente giriş yaptık. Hem Antik kentin hem plajın girişiydi burası. Müze kartı ile giriş yapılıyordu. Girişten hemen sonra 700/800 metre boyunca plaja varıncaya kadar devam eden OLYMPOS DERESİ' nin (Bu gün AKÇAY DERESİ)' iki yakası yüzlerce antik yapı kalıntılarıyla doluydu. Dere, yemyeşil sazlıklar ve yosunlarla bezenmiş olarak Akdeniz'in mavi sularına doğru binlerce yıldır olduğu gibi yine çevresinde olup bitene aldırmadan aheste aheste akıp duruyordu. Antik yapıların bolluğundan kameramızı hangi yöne çevireceğimizi şaşırmıştık. Sağa sola bakayım derken birden kendimizi sahilin sıcak kumullarında buluverdik. Olympos sahili, kumulları binlerce yıldır olduğu gibi Eylül'ün sihirli güneşi altında pırıl pırıl farıyıp duruyordu. Saat 12.00' lara doğru geliyordu ve bizim 16.00' lara kadar zamanımız vardı. Olympos Dağının eteklerindeki ağaççıklarının altında kendimize bir parça gölge bularak eşyamızı bırakıp birden kendimizi Akdeniz'in cam gibi şeffaf ve ılık sularına bıraktık. Eylül'ün ortalarında deniz enfesti. Dalga da yoktu ve deniz uyku modundaydı. Arkamızda OLYMPOS Dağı, yemyeşil Akdeniz makileriyle örtünmüş olarak yükseliyordu. Şemsiyesini, valizini alan sahile koşturuyordu. Karşımızda ne bir yarımada ne de bir ada görünmüyordu, gözün alabildiğince bütün Akdeniz, Eylül güneşinin altında masmavi hışırdayıp duruyordu. Eylül'ün ortaları da olsa hala güneş yakıcıydı ve bir gölgeye sığınmak zorundaydınız. Antik kentin yoldan uzak arka kısımlarını da bulup fotoğraflayabilmek için buluşma saatine iki saat kala sahilden ayrılarak dönüşe geçtik. Sağ yanda antik yapıların ve ormanların içinden soğuk sularıyla bir derecik şırıl şırıl akıp durmaktaydı. Gezginler, çoluk çocuk, yetişkin, kadın kız kızan bu dereciğe dalarak serinlemeye çalışıyorlardı. Vakti zamanında bu derenin önünde bir değirmen varmış ve çalışıyormuş. Dizlerimizin yüksekliğinde kanal şeklinde iki duvar arasında ormanlar içinde suyun kıyısında epeyce bir ilerleyerek, keşiflerde bulunarak fotoğraflar çekip döndük. Saat 16' ya geliyordu ve karnımız acıkmıştı, tüm restoranların önündeki levhalarda yiyeceklerin isimleri ve fiyatları yazılmıştı. Bir lahmacun 150 liraydı ve diğer yiyecekler, 250-350' tl. den daha uygun değildi. Nihayetinde burası Turizm Cenneti ANTALYA idi... 16.00' da aracımız geldi ve doluşarak otelimize döndük. Ancak akşam yemeği için daha erken idİ ve etkinlikler bitmemişti. Üzerimizi değiştirip tekrar aracımıza doluşup ÇIRALI/YANARTAŞ diye yola koyulduk. Antalya/Muğla asfaltına çıkarak oradan tekrar asfalttan ayrılıp birçok slalomlar yaptıktan sonra kendimizi ÇIRALI denilen mahallede buluverdik. Mahalle dediğimize bakmayın, Antalya' nın her mahallesi birer kasaba büyüklüğünde. Bankaların ATM' leri şirketlerin AVM' leri her an sağınızda solunuzda fink atıyor, çünkü ortalık turist ve insan kaynıyor. Bu küçük kasabayı geçtikten sonra nihayet YANARTAŞ girişine geliyoruz. Giriş, kişi başı 45 tl. Özel bir şirket işletiyormuş. YANAN TAŞLAR (Taşların arasından çıkan metan gazları) 1000 metre yukarıda dağın yamacındaymış. İlk etapta hızla ve heyecanla yola koyuluyor ve en önde tırmanmaya başlıyoruz. Her 100 metrede bir yazılar koymuşlar; 900 m. kaldı, 800 m. kaldı, 700 m. Kaldı diye. Daha yolun yarısına gelmeden geldiğimiz 70 yaşı bize edeceğini ediyor ve oturup dinlenmek zorunda kalıyoruz. Arkadan gelen gençler kütür kütür bizi geçerek taşlara doğru yükseliyorlar. Yolda yüksek yüksek taşlarla merdivenler yapılmış ama basamaklar öylesine yüksek ki, çıkmak ayrı bir sıkıntı, inmek ayrı bir sıkıntı. Aralardaki ve çevrede kalan boşluklardan dolaşarak merdivenleri ekarte edebiliyoruz. Nefes nefese tırmandığımız yokuşun 1000. Metresinde yanan taşları uzaktan görmeye başlıyoruz. Yamacın böğründeki taşların arasından sızan metan gazları tutuşmuş alev alev parlamakta. Efsaneye bakarsan aslında bunlar yer altındaki yılandilli, aslan başlı, sırtında bir keçi kafası olan KHİMAİRA adlı bir ejderha ki, ağzından bu alevler fışkırıyor. Bu efsaneyi bir başka yazı konusu edeceğiz. Bu alevlerin yanı sıra yan taraftaki bir zeytin ağacını üzerine birlerce çaput/bez-peçete parçası bağlayarak bir DİLEK AĞACI' na çevirmişler. Onu da fotoğraflamadan geçemiyoruz. Hemen dönüşe geçiyor ve inmeye başlıyoruz. Ama bu yüksek basamaklardan inerken her bir basamak neredeyse birer atlama taşı; küt küt diye kendimizi aşağıya atıyoruz ve inciklerimiz. Üç gündür sızlıyor. Otele döndüğümüzde Otelci Mehmet, "Kaç kilo verdiniz?" diye soruyor. Bir yandan da yaktığı mangalın dumanları çevreyi sarmış, tavuk etleri kızarmakta. Biraz sonra ortası tavuklu çevresi çeşitli mezelerle donatılmış ORDÖVR tabakları elimizde masalarımıza ya da çevredeki köşklere çekiliyoruz. Yemekten sonra masmavi havuza dalıp biraz yüzmüş olsak da yorgunluk daha fazla bizi bırakmıyor. Tertemiz odalarımıza çekiliyoruz. Günün yorgunluğunu atabilmek için erkenden de yatıyoruz. Sabah her yanımız dökülmüş halde uyanıp balkona çıktığımızda çelik gibi bir sabah ayazı tenimize işliyor ve karşımızda bir heyula gibi dikilen OLYMPOS' u görüyoruz. Yine havuz kenarında mükemmel bir kahvaltı yaparak 09.30 sularında odalarımızı boşaltıp otelden ayrılıyoruz. Hedefimiz ADRASAN ve KOYLARI. Kaymak gibi asfalttan ve sık sık kasaba/köylerden geçerek 10-15 dakikada Adrasan' a ulaşıveriyoruz. Saat 10.00 olmak üzeredir. Solumuzda dimdik yükselen OLYMPOS DAĞLARI' nın son sırası. Meğer Olympos burada bir sıradağlar oluşturuyormuş. Bu son Olympos, diğerlerine göre daha dik başlı, daha genç, daha yakışıklı ve havalı. Yüzlerce teknenin arasında MUSTAFA BEY adlı teknemizi buluyor ve doluşuyoruz teknemize. Teknemiz 30 kişilik küçük bir tekne. Biz de zaten 20 kişi kadarız. Teknenin alnacında MUSTAFA BEY adının yanında büyük bir ATATÜRK fotoğrafı. Bu daha da güzel. Bizim gruptan başka birkaç kişi daha var. Neredeyse özel tutmuşuz. Önce SULUADA koylarına yöneliyoruz. Bu adanın iki ayrı yönünde denize gireceğiz. Ada yer yer 80-100 metre yüksekliğinde ve bir sıra halinde uzanıp duruyor. Doğu yönündeki koya dalgalar, kayalıklar ve oraya bizden önce demirleyen tekneler yüzünden yaklaşamıyor, dolaşarak arka taraftaki koya girmeye çalışıyoruz. Deniz pırıl pırıl cam gibi. Çıplak gözle bile ayan/beyan görünüyor dibi. Sahile sıfır yanaşamadığımız için açıkta demirliyor ve merdivenlerden denize inebiliyoruz. Tabi kendine güvenen ve yüzme bilenler. Su öyle güzel öyle anlatılamaz ki, bir giren bir daha çıkamaz. Ama dalgalar, ya bu dalgalar. Kumullara ilk ulaştığımda ben diyeyim bunlar pirinç taneleri, siz deyin İNCİ TANELERİ. Öylesine güzel öylesine parlak/enfes. Ancak dalgalar, bana edeceğini etti. Alıp alıp yerden yere vurdu beni. Kumlara tutunamıyorum, yanımdaki sabitleme ipine sarılıyorum, dinlemiyor. İleriden yükselerek gelen ve bir metreyi aşan yüksekliğiyle başımın üzerinden geçen dalalar, beni insan olduğuma bin pişman etti. Beni yerden yere vurdu vurdu. Bu durum neden böyle oldu, düşündüm de buldum; DENİZ HAKLI. Gençliğimde ve orta yaşlarda DENİZ BENİM AŞKIMDI/SEVDAMDI, DENİZ OLMADAN OLMAZDI, son zamanlarda onu ihmal etmeye başlamıştım. Hele de evlendikten sonra tamamen unutmuş ve onu bırakmıştım. Benden bunun hesabını soruyordu, intikamını alıyordu, haklıydı. Yeterince dersimi alıp güç/bela iplere tutunup ayağa kalkarak tekneye kendimi atabildim. Hanım yukarıdan benim perişan halimi görüp gülmelere boğuluyordu. Neyse oradan ayrılıp bir başka koya, Amerikan Koyu' na girdik. Buranın eski adı GELİDONYA KOYU idi ve bir nedenle adı değiştirilmişti. Şöyle; burada süngerciler, bir batığın olduğunu görmüşler ve bu bilgiyi ilgililere iletmişler. Buraya Amerikalı' lar ilgi duymuş ve sahip çıkmışlar. 1960' lı yıllarda burada dalışlar yaparak araştırmalara başlamışlar ve uzun süre bu koyu bir üs haline getirmişler. Yerel halk da buraya bundan dolayı AMERİKAN KOYU adını vermişler. Bu durum bir başka yazının konusu. Burada sahile çıkabiliyorduk ve deniz de mükemmeldi. Bir sonraki KARAKIŞ KOYU da çok mükemmeldi. En son girdiğimiz LİMAN KOYU' nda da herkes sahile çıkıp rahatça yüzebiliyordu. Ancak LİMAN KOYU' na karadan yol yapıldığı için vatandaş araçlarla gelip piknik yapıp çadır da kurmuşlardı ve dolayısıyla kalabalıktı ve denizin tabanı da mil kaplıydı ve deniz biraz bulanıktı. Yüzerken baktım bir kız çocuğu: "Ağabey, Aynur Ablayı üzme, olur mu?" diyerek bana içten bir bakışla gülümsüyordu. Tekneye çıkınca baktım ki, bizim Hanımla arkadaş olmuşlar, çevresinden ayrılmıyor. Küçük oğlan Mustafa; teknecinin oğlu bir numaralı yardımcı. Her koyda ipi koluna ya da boynuna geçirerek yüzüyor ve sahilde bir kayaya bağlayarak tekneyi sabitliyordu. Kızın adı Ebru, bizim baldızın adı da Ebru idi. Dördüncü sınıfa gidiyormuş, Ailecek URFA' dan gelmişler, buralarda ekmeğini kazanmanın peşindeler. Kız, Aynur ablasına öyle bağlandı ve sevdi ki, "N' olur gitme, bizde kal!" diyerek neredeyse ağlayarak çevresinde dört dönüyor. Çeşitli açılardan ustaca fotoğraflarını çekiyor. Ablasına kahve ikram ediyor. Sonuçta saat 17.30 ve ayrılma vakti. Kıyıda kumlara doğru yürürken/ayrılırken boynunu bükmüş, neredeyse ağlayacak. "N' olur gitme, beni bırakma!" diyor. Boynu bükük öylece kalıyor GARİBİM. Yapacak bir şey yok, yazı böyle.
Aracımıza binerek dönüşe geçiyoruz. Bu kez Kumluca, Finike, Elmalı, Güğü Beli, Seki, Fethiye üzerinden dönüyoruz. Akşamın 11.00' ında evimizdeyiz. Antalya'da öylesine iki gün geçirdik ki, gerçek miydi, hayal miydi anlayamadık, neredeyse bir efsaneydi. İyi ki bu tura katılmışız. Bir dolu da yazı malzemesiyle döndük. Ayrıntılar gelecek sayılarda. Rehberimiz, her zamanki gibi Eyüp Bey. Söylemeye gerek yok, bu TUR' u herkese şiddetle salık veriyoruz.
NOT: Yazımıza iki de fotoğraf ekliyoruz.