İnsanı, herkes başka tanımlar. Bunlar içinde en uygunu “İnsan, düşünen, sosyal bir varlıktır.” tanımı olsa gerek.
Yani insanın en basit tanımında toplumsallık ve düşünme özelliği öne çıkar. Toplumsallık yönüyle birliktelik, yardımlaşma, başkalarını da kendisi gibi bir canlı olduğunu düşünerek kendi bencilliğinden sıyrılma, acıma duygusu ağır basar. Düşünme yoluyla da gerçeklere ulaşarak uygarlaşmaya başlar. Böylelikle de bir toplum düzeni oluşur.
Zamanla birlikte yaşamanın ve yaratılan uygar yaşamın gereği olarak kendi aralarında oluşturdukları birtakım kurallar geçerlilik kazanır. Toplum düzeni, insanın insanlığını anlamasının bir sonucudur. Gerçekliğine inanılanlar, zamanla değişmezlik kazanarak inanca dönüşür. İnançların özünde de yardımlaşma ve insanın insana kötülük etmemesi, nefretle değil, birbirlerine sevgiyle yaklaşması vardır.
Bazı toplumlarda inanca benzer kurallar vardır ve herkes ona uymak zorundadır. Bunlar da gelenek-göreneklerle bir tür yasa niteliğinde olan töreleri oluşturur.
Bu konuda Türk töresi iyi bir örnektir. Günümüzde çoğu eskimiştir, zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Başlık parası, kocası ölenin çok yakınlarıyla evlendirilmesi, kızın kendi isteği dışında babanın uygun gördüğüyle evlendirilmesi gibi… Yardıma muhtaçlara, düşkünlere, yaşlılara yardım, büyüklerin küçükleri sevip koruması, küçüklerin büyüklere saygı göstermesi, imece gibi pek çok kurallar da yararlıdır.
Türk töresindeki “Aman diyene kılıç çekilmez.” anlayışı da bağışlanmasını isteyenin bağışlanacağı anlayışının yanında güçlünün zayıfı ezmemesi gerektiği anlayışını ortaya kor. İslamiyet öncesi Türk toplumunda kadınla erkek her yönden eşitti. Kadının aşağılanması, ona şiddet uygulanması söz konusu değildi. Anaya, ataya saygı temel anlayışımızdı.
İnsan sevgisini, kutsal bir değer olarak ortaya koyan Yunus Emre gibi nice ozan ve düşünürlerimizin bize bıraktığı insancıl ve hoşgörülü anlayışımıza ne oldu? Ne oldu da birçok kez ihtiyaç fazlasının ihtiyacı olana verileceği emredildiği, “Komşun açken sen tok yatamazsın.” anlayışını öngören inancımızın bu özelliğine karşın, büyük-küçük tanınmaz, saygının-sevginin boş kavramalarmış gibi görülen bir toplum düzenini uygular olduk? Ne oldu da kendimizi güçlü görerek zayıf olanı ezip, böylelikle de gücümüzü başkalarına kabul ettirmenin yolu olarak görür olduk? Yalnızlara, yaşlılara, düşkünlere yardım elini uzatacağımıza onları ezmeyi bir hünermiş gibi görür olduk, insanlıktan uzaklaşmaya başladık? İşin aslını araştırmadan, büyük-küçük demeden neden başkalarını ezmeye kalkar olduk?
Bu tür bir anlayış, toplumun çürümesi, yozlaşmasıdır. İnsan sevgisinin yerine nefreti, hoşgörünün yerine acımasızlığı, yardımın yerine çalıp çırpmayı, soygunu, zorbalığı, şiddeti koymak bizi nereye götürür, düşünebiliyoruz muyuz?
Güçlünün zayıfı ezmeye kalkması, bir bakıma kendisinin de ezilmesi anlamına gelir. Çünkü ondan güçlüsü de kendisini ezecektir. Oysa uygar toplumlarda kimsenin kimseyi ezmeyeceği kurallar vardır.
Geleceğe umutla bakabilmemiz, güzel geleneklerimizi sürdürebilmemize bağlıdır. Hoşgörü, yardımlaşma, düşkünlere, ihtiyaç sahiplerine yardım etme, karşılıklı saygı-sevgi, büyüklere, anaya-ataya saygıyı unutmamak, yaşatmak zorundayız. Bu güzel ülkemizde insanca yaşamanın bir başka yolu var mı? Hem bir gönül kazanmayı düşünmek varken nefret kazanmayı, başkalarını mutlu ederek mutlu olacağımıza, mutluluğumuzu neden başkalarının acıları ve mutsuzluğu üzerine kurmak zorunda olmamız gereksin? Neden? (Nuri Çelik, 20.02.2019)