UMUT VE SABIR
Bir an düşünelim: Hiçbir konuda beklentimiz kalmamış. Gelecekle ilgili umudumuz yok olmuş. O zaman yaşamanın anlamı kalır mıydı? Hayattan zevk alabilir miydik? Yediğimizin, içtiğimizin, gezdiğimiz yerlerin tadına varabilir miydik?
Demek oluyor ki insan, umudunu yitirince yaşamanın tadı kaçıyor. Kendimizi uykulu durumdan kurtaramıyoruz. Çoğu kişi bu nedenle "Hiç halim yok. Kolumu kaldıracak gücüm yok. Yediğimin içtiğimin tadını alamıyorum. Eskiden büyük zevk aldığım durumlar, bana anlamsız geliyor. Bazen yaşamak bile anlamsızlaşıyor." diye dert yanıyor.
Bu durum iki şekilde düşünülebilir: Birincisi karşılıksız aşk, ikincisi de gelecekle ilgili beklentilerin tükenme noktasına gelmiş olmasıdır. Birincisinin tek çaresi irademizi ve aklımızı duygularımızın önüne koyabilmeyi becerebilmektir. Hemen belirtelim ki bunu becerebilmek, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Çok zordur yani. Öyle olmasaydı Leyla ile Mecnun gibi halk hikâyeleri bilgi dağarcığımıza girebilir miydi? İkincisinin çaresi daha kolaydır. Kendimize yeni hedefler yaratmak, yapacağımız uğraşlar bulabilmektir. Ülke sorunlarını ve kendi sorunlarımızı çözebileceğimizle ilgili umut var olmaktır.
Birçoğumuz ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılar dolayısıyla geleceğe umutla bakamıyor. Bir karamsarlık içine itmiş kendini. Umutsuzluk denizinde kulaç atıyor. Bu duyguya öylesine kaptırmışız ki kendimizi gelecekte bir ışık yerine derin bir karanlık görüyoruz. Sanki hep öyle olacak, hep karanlıklar içinde yürüyeceğiz, aydınlık bir özlem olarak kalacak gönlümüzde diye düşünüyoruz.
Uzunca bir yolu yaya yürürken varacağımız yere yaklaştığımızda dizlerimizin bağının çözüldüğünü hissederiz. O yol hiç bitmeyecekmiş gibi bir duyguya kapılırız. Sabahın ilk ışıklarının belirmesinden önceki zaman gecenin en çok karanlık zamanıdır. Aydınlanmanın çok geç olacağını düşünürüz. Oysa kısa süre sonra birden her taraf aydınlanır. Bu demektir ki yolun sonuna yaklaşınca o yol hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Gecenin en karanlığında gündüzün ışıkları aydınlatır çevremizi. Güneşin aydınlığı yalnız çevremizi değil, içimizi de aydınlatır. O sıkıntılı karanlığın yerini umudun aydınlığı alır.
"Umut yoksulun (fakirin) ekmeğidir." der bir atasözümüz. Aslında bu, umudun insan için yaşama sigortası olduğu biçiminde yorumlanmalı. Umutsuzluğun da ülke sorunları ve onun geleceği ile ilgili kötü sonuçlar doğuracağını görmek gerek.
Biz, toplum olarak çok aceleciyiz. Her şey bir anda oluversin isteriz. Beklemeye katlanamayız. Oysa atalarımız bunun için de bize yol göstermişler. "Sabreden derviş, muradına ermiş." "Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas." demişler. Demişler de biz kötü günler, başımıza gelen kötülükler bir anda bitsin istiyoruz. Ülkemizin ters talihi bir anda değişsin istiyoruz. İnsanlara göre on beş yirmi yıl, gerçekten uzun bir süredir. Ama bir ulus, bir ülke belli bir toplum tarihi açısından son derece kısa bir zaman dilimidir. Söz gelişi Avrupa'daki insanlığın geçirdiği en korkunç dönem sayılan din diktatörlüğü, engizisyon dönemi 1100 yıl sürmüştür. Binlerce insan işkencelerden geçirilip diri diri yakılmıştır. Ama sonunda yine Avrupa toplumu kurtuluşa giden yolu bulmayı başarmıştır.
Demek istiyorum ki ülkemizin içinde bulunduğu bu karanlıklar, yakın bir gelecekte aydınlığa dönüşecek. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Geleceğe umutla bakmalıyız. Günümüzde soğuk savaşın, psikolojik yıkımın etkisi çok büyüktür. Bir ülkeyi yıkmanın toptan, tüfekten önce en etkili silahı o ülke halkının umudunu yok etmekten geçer. Bu nedenle umutlu olmak, umudumuzu yitirmemek çok önemlidir.
Umudumuzu sabrımızla birleştirerek dimdik durmak zorundayız. Atatürk'ün kurduğu cumhuriyetin temelleri sağlamdır. Öyle ufak dokunuşlarla yıkılacak kartondan kule değildir. Yeter ki umudumuzu yitirmeyelim. Çünkü umut, aydınlık geleceğimizdir. (10.06.2020) Nuri Çelik