SALGIN GÜNLERİNDEN NOTLAR

SALGIN GÜNLERİNDEN NOTLAR

Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ

"Dışarda deli dalgalar/Gelir duvarları yalar/Seni bu sesler oyalar/Aldırma gönül aldırma" Sabahattin ALİ

            Yukarıdaki dizeler Sabahattin Ali'nin  1933 yılında Sinop cezaevinde yatarken yazdığı ve sonraki yıllarda bestelenen, cezaevindeki duygu dünyasını aktaran   "Aldırma Gönül" şiirinden alınmış bir dörtlük. İçinde yaşadığımız salgın süreci de  bizleri dış dünyadan, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan, sevdiklerimizden, yapmak istediklerimizden   soyutlayan  bir başka hapishane. Şiirimizin radikal sesi Sabahattin Ali'yi  denizin deli dalgaları oyalarken bizler de bu süreçte küçük mekanlarımızda  zaman zaman salınarak, savrularak oyalanarak insana, hayata dair  bir şeyler yapmaya çabalıyoruz.  Nazım Hikmet de 26 Eylül 1945 tarihinde Bursa cezaevinde yatarken Piraye'ye yazdığı şiirinde "Bizi esir ettiler, bizi hapse attılar/beni duvarların içinde/seni duvarların dışında/Ufak iş bizimkisi./Asıl en kötüsü /bilerek, bilmeyerek/hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması" dizeleriyle hapishane kavramının insanın kendi içine taşımasının yarattığı travmayı  dile getirir. Bu salgın döneminde umudu ve yaşam sevincini hep ayakta tutarak hapishaneyi içimize taşımamanın yollarını üretmek boynumuzun borcu.

                Mart-Temmuz 2020 arasında yaklaşık dört ay karantina süreçlerine yaşadık. Bu dönemde online iletişimlerle ayakta kaldık. Şiirler, şarkılar paylaştık. Bol bol internet aracılığıyla filmler izledik, ormanda doğa yürüyüşleri yaptık. Her gün bir önceki günün adeta fotokopisi olmuştu ve zaman zaman daralmıştık.  Bu dönemde epeyce ilgi gören  "Akçadağ Aydınlığı" kitabını hazırlamış  ve eylül ayında yayımlamıştık. Oyalanmak ve ayrıca  ruhsal olarak da ayakta kalmak  için üretmek gerekiyor. Bu anlamda Eylül 2021'de  yayımlamayı planladığım "Pamukpınar Aydınlığı" kitabının çalışmalarına bize uğrayan Covid sürecini atlattıktan sonra   merhaba dedik. Nazım Usta'nın dizelerinde ifade ettiği gibi hapishaneyi kendi içimize taşımamak ve hayata tutunmak  adına çabalıyoruz. 2020 Temmuz-Ekim arası  insanlarımız  sanki salgın bitmiş gibi rahattılar. Ve tüm uyarılara rağmen  ikinci dalga.  Sağlık emekçilerinin örgütleri sonbaharda  gelecek ikinci dalganın vahim sonuçlar doğuracağının altını önemle çizdiler, yeni radikal önlemler alınmasını istediler ama olmadı. Türkiye'de resmi rakamlara göre her gün 200 yurttaşımızı kaybediyoruz. 17 Aralık 2020 tarihi itibariyle 17.300 insan kaybımız var.

                Yaşadığımız dönemlerin ürettiği çok değerli dönütler  var.  Sağımızda solumuzda  salgın vakaları ve ölüm haberleri, acılar içinde yaşarken "yaşam" denilen biyolojik  süreci sorguluyorsunuz. Varlık ve yokluk kavramlarını tartışıyorsunuz. Yaşamak duygunuzu, heyecanlarınızı, yüreğinizdeki büyük sevgileri, hayata dair tasarımlarınızı, salgın döneminde uzak kaldığınız sevdiklerinizi   düşünüyorsunuz ve oradan aldığınız güçle kendinizi var etmeye çabalıyorsunuz. Yaşamın ne denli bıçak sırtı dengelerde olduğunu görüyorsunuz ve  yaşam denilen sürecin  politik süreçlerle ilişkisini sorguluyorsunuz. Bu dönemde ülkeyi yönetenlerin ilk başlarda maske dağıtımını bile başaramadığını, vaka sayısını halktan sakladıklarını, tüm yurttaşlar grip aşısını bile  sağlayamadıklarının altını önce çizelim.  Batı ülkeleri Almanya ve Hollanda tam kapanmayı hayata geçirerek salgını önlemeye çalışırken ülkemizi yönetenlerin çok etkin olmayan önlemlerle süreci geçiştirdiklerini yaşayarak tanıklık ediyoruz. Bugün  itibarıyla da Covid-19 aşısının  alınışı ile belirsizlik  de devam etmekte. Tüm bunlar politik tercihlerle ilgili süreçler olduğu çok açık . Covid-19 aşısı kısa zamanda gelmezse daha çok yurttaşımızı kaybedeceğimiz, salgının  daha da büyüyeceği çok açık. O nedenle ülkeyi yönetenlerin politik tercihleriyle yaşam arasında yoğun bir ilişki karşımızda duruyor.

                Yaşadıklarımızı sorgulamaya devam edelim. Sürecin şeffah ve tüm sağlık bileşenlerinin görüşleri alınarak yapılmadığını görüyoruz. Neden böyle oluyor diye tartıştığımızda "demokrasi" sorunsalı karşımıza çıkıyor. Türkiye, demokratik hukuk devleti olamıyor. 1965 yılından beri ülkedeki tüm politik süreçleri izlemeye çalışan bir aydın olarak "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi"  olarak adlandırılan yapılanmanın ülkeyi çok hızlı bir şekilde demokratik hukuk devleti olma rotasından uzaklaştırdığını çok açık görebiliyoruz. Bunun sonucunda özgür medya, özgür basın, bağımsız yargının, özgür üniversitenin olmadığı bir ülke  fotoğrafı karşımıza çıkıyor. Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti genel başkanı olması ülkenin yarısının ülke aidiyet duygusunu yitirmesine neden olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Tüm bu fotoğraflar politik süreçlerle yaşam hakkı arasındaki ilişkiyi çok açık ortaya koyuyor. Önümüzdeki süreçlerde bu sistem ve yarattığı olumsuzlukları tüm yurttaşlarımız mutlaka sorgulamalıdırlar.

                Bu dönemde gözlemlediğimiz diğer çok önemli gözlem tüm devlet kadrolarında yaşanan "liyakat" sorunsalıdır. Liyakat yerine yandaşlığın öne çıkması nedeniyle büyük bir çürüme, sığlık, az gelişmişlik  karşımıza çıkmaktadır. Önce temel bir gerçekliğin altını çizelim: Siyasal iktidara bağlı üniversite asla olmaz. Üniversiteler özerk yapılarını kaybederlerse  "evrensel kent" olma özelliklerini, işlevselliklerini  tümüyle yitirirler. Türkiye'de yaşanan da budur. Bu hafta yaşanan bir olay tüm bu süreçlerin bir sonucudur. Sakarya Üniversitesinden bir tarihçi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoglu çıktığı bir TV programında üniversiteler için  "Üniversiteler neredeyse fuhuş evleri" gibi çirkin bir ifade kullanmış.  Sofuoğlu son yıllarda TV kanallarına çok sık çıkarılan  bir isim.  Çıktığı programlarda  zırvalayarak  "Hz. Nuh, oğlu ile haberleşmede cep telefonu kullandı ve  Google Abdülhamit tarafından icat edildi" gibi akıl dışı beyanları olan bir kişi.  O dönemlerde bu açık oturumları yöneten anlı şanlı yönlendiriciler ülkede yaşanan korku iklimi nedeniyle sen ne diyorsun diyemiyorlardı. Sofuoğlu,  çürümüşlüğün, yaratılan tek sesliliğin, az gelişmişliğin, sığlığın, geriliğin, ilkelliğin, ülkedeki iklimin  tipik bir portresi... TV programlarında tarihçiden çok ilahiyatçı gibi fetva veren ve akademi evrenselliginin cok dışında birisi... Akıl ve bilimin egemen olması gereken üniversitelerde artık akıl, bilim dışılık  egemen oluyor ve sonuçta  ülkeye yazık oluyor. Bu adamların gündeminde hukuk, demokrasi, insan hakları, barış, üniversite özerkliği, Soma-Ermenek  faciası, işçilerin hakları gibi konular  asla olmuyor... Kadınlara yönelik ilkel bakışlarıyla  kendilerini var etmeye çalışıyorlar.

                Tartışmaya çalıştığımız tüm bu süreçlere rağmen aklın ve bilimin öngörüleriyle yaşamayı, ayakta kalmayı çalışacağız, direneceğiz. Her gün sabah sevdiklerimize, dostlarımıza "günaydın, nasılsınız" iletileri atarak dayanışacağız. Çok sevdiklerimizden gelen iletilerle mutlu olacağız.  Onlarla haberleşerek dış dünyayla bağlarımızı güçlü tutacağız. Onlarla insana hayata dair şiir, resim ve müzik paylaşacağız, dayanışacağız. Hapishaneyi asla içimize taşımayacağız.  Tıpkı  aşağıdaki dizeleri bize armağan eden Nazım iyimserliği ve direnciyle: "Diyelim ki hapisteyiz/ yaşımız da elliye yakın/ daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının/ Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız/ insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla/  yani, duvarın ardındaki dışarıyla/ Yani, nasıl ve nerede olursak olalım/hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak..."

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI