TEMMUZ SICAKLIĞINDA AYDINLIĞI DÜŞÜNMEK
Prof. Dr. Kemal Kocabaş
"Yaşamak bu yangın yerinde/Her gün yeniden ölerek/Zalimin elinde tutsak/ Cahile kurban olarak/Yalanla kirli havada/Güçlükle soluk alarak/Savunmak gerçeği, çoğu kez/Yalnızlığını bilerek/Korkağı, döneği, suskunu/Görüp de öfkeyle dolarak/Toplanıyor ölü arkadaşlar/Her biri bir yerden gelerek/Kiminin boynunda ilmeği/Kimi kanını silerek/Kucaklıyor beni Metin Altıok/ "Aldırma" diyor gülerek/"Yaşamak görevdir bu yangın yerinde/Yaşamak, insan kalarak" Ataol BEHRAMOĞLU
Özdere'de hava çok sıcak ve bunaltıcı. Balkonda haftalık köşe yazımı yazmaya çabalıyorum. Masamda günlük gazetelerim, çay bardağım. Yan tarafta kedilerim Çita ve Efe sıcağın etkisiyle kıvrılıp uyuyorlar. Yorgun bir simitçi geçiyor sokaktan, komşularım balkonlarında kahvaltı telaşı içinde, bahçemdeki ortancalar sıcağın etkisiyle coşkusunu kaybetmiş, sararmış durumda. TRT'den yeni emekli, karşı komşum halk müziği sanatçısı arkadaşım Şahin Akay'ın sazının sesleriyle beynimde ve yüreğimde 2 Temmuz Sivas acısı ve yarattığı sönmeyen yürek yangını.
Tanıklığını yaşadığımız yıllarda aydınlanma karşıtı gerici-yobaz çevrelerin insan yakma girişimlerinin ilki 7-9 Temmuz 1969 tarihinde Kayseri-Alemdar sinemasında toplanan TÖS Genel Kurulunda yaşanmıştır. "Cami Bombalandı" provokasyonuyla toplantıya katılanlar yakılmak istenmiş, Fakir Baykurt önderliğindeki yaklaşık 600 delege yiğitçe direnmiş ve sonra askerin müdahalesiyle gericilerin "insan yakma" eylemi gerçekleşememişti. 27 yıl önce 2 Temmuz 1993 tarihinde aynı çevreler bu kez Sivas'ta benzer provokasyonlarla Cumhuriyet tarihimizin yüz karası bir acısına imza attılar. 2 Temmuz beyinlerimizde 37 canın yakıldığı, vicdanlarımızı yaralayan bir vahşetin tarihi olarak nakşetti. Siyasal İslamcı hareketin ülkenin en saygın aydınlarını, sanatçılarını yok ettiği bir orta çağ vahşetini anımsatan bu tarih asla unutulmayacak.
Çayımı yudumluyorum ve acı acı düşünüyorum. Bir insan hiç tanımadığı bir diğer insanı veya insanları nasıl yakabilir. Hangi ruh haliyle bunu yapabiliyor. Bu eylemlerin içinde olan insanların vicdanları var mı? İnsan yakan insanlar nasıl var olabiliyor ve ne yapmalı? sorularının yanıtları önce karşımıza evrensel "Eğitim" kavramını çıkarıyor. Ama nasıl bir eğitim? Önce eğitimin tanımını anımsayalım. Eğitim, "doğuştan getirilen yeteneklerin ortaya çıkarıldığı, özgürleşme, insanlaşma, toplumsallaşma süreci" olarak tanımlanıyor. Bu tanıma göre insan yakan anlayışın "insanlaşma ve toplumsallaşma" süreçlerinde sorun var. Tabii ki bunun dışında pek çok nedenler de sıralanabilir. Ama eğitimin çok önemli olduğu bir gerçek. Şimdi de yeni bir soru: "Nasıl Bir Eğitim". Tüm bu yaşanan acılar ve son aylarda yaşadığımız salgın felaketi gösterdi ki demokratik sanat eğitimiyle desteklenen "Laik, demokratik, bilimsel eğitim". Ancak böyle bir eğitim ile insanlaşma-toplumsallaşma süreçleri üretilebilir, çevre ve doğaya duyarlı, sanatın yaratıcılığıyla dönüşen, barış kültürünü içselleştirmiş toplum profili yaratabiliriz. Tıpkı Köy Enstitüleri eğitim sistemi gibi.
Peki Türkiye 2020'de ne yapıyor? Eğitimi dinselleştirerek çocuğun doğuştan getirdiği yetilerin ortaya çıkarılmasını önlüyor, eğitimin özgür insanı gerçekleştirmesini, birey olmasını engelliyor. İmam hatiplerde bu evrensel değerlerle hiç tanışmayan 1.5 milyon çocuğumuza yazık oluyor. Bugün imam hatip okullarında çocuklara verilen eğitim sorgulanabiliyor mu? Araştırılabiliyor mu? Bu çocuklara barış kültürü verilebiliyor mu? Bu çocuklar resim yapabiliyor mu? Bir müzik aleti çalabiliyor mu? Salgın döneminde bu çocukların topluma sunduğu bir toplumsal yarar var mıydı? Unutulmamalı ki bu salgın döneminde daha önce 15 bin kişiye vaaz veren Cüppeli Ahmet gibiler değil Cumhuriyetin yetiştirdiği hekimlerin bilimsel öngörüleri, önerileri yani "bilimsel bilgi" toplumda karşılık buldu.
Türkiye başka ne yapıyor? Eğitimi piyasalaştırıyor. Özel okulculuk destekleniyor ve bu nedenle sayıları çok hızla artıyor (yüzde 25). Özel okulculuk, kamusal eğitimin yok olması, eğitim hakkının yok edilmesi ve mevcut eşitsizlikleri artıran sonuçlar üretiyor. Eğitimin dinselleştirilmesi ve piyasalaştırılması süreçlerinin ortak sonucu olarak eğitim her yıl "niteliğini" kaybediyor. Eğitim ile ilgili Türkiye, geleceği adına acil olarak adımlar atmalıdır. Eğitimi evrensel özelliklerini öne çıkaran, niteliği ve eğitim hakkını önceleyen bir eğitim reformunu hayat dayatmaktadır.
Bu Temmuz sıcağında tüm bu yaşananlara gerekçe olacak bir başka noktanın önemle altını çizmek istiyorum. Ülkeyi yönetenlerin "kullandıkları dil" bu anlamda çok önemli. Türkiye'nin acilen barış dilini öne çıkaran bir siyasal iklime gereksinimi var. Ama bir türlü gerçekleşemiyor. Dayanışma ve barışa en çok gereksinmemiz olan salgın döneminde bile bu ayrıştırıcı dil öne çıktı. Kimseyi ötekileştirmeyen, farklı düşünenleri de empatiyle karşılayabilen, ayrıştırmayan bir dile acil gereksinmemiz var. Bu ülkenin hiçbir insanı ülkesine yabancılaştırılmamalıdır. Farklı düşünerek, ülkesinde var olarak, kendisini gerçekleştirmelidir.
Temmuz sıcaklarının yoğun yaşandığı bu günlerde üniversite rektörlüklerine hiçbir yayını olmayan akademisyenlerin sırf yandaş oldukları için atanmaları yapılıyor. Üniversite kavramının bu liyakatsız atamalarla içinin boşaldığı, saygınlığını yitirdiği, üniversite ailesinin de çok mutsuz olduğu çok açıktır. Tüm bu süreçler, saygı duyulmayan üniversite yönetimleri ve motivasyonunu kaybeden bir üniversite gerçeğini karşımıza çıkarıyor. Sonuç; içine kapanan ve toplumsal hiçbir sorumluluğunu yerine getiremeyen bir üniversite.
Son günlerde baroların bölünerek siyasal iktidara bağlı baroların yaratılması çabaları, işçilerin kıdem tazminatlarına yönelik girişimler, hapishanelerde yatan gazetecilerin varlığı vicdanları rahatsız etmektedir. Dün bir adım daha atılarak siyasal iktidara eleştirel bakan iki TV kanalına verilen beş günlük kapama cezası verildi ve ayrıca sosyal medyayı sınırlama çalışmaları başlatıldı. Tüm bu yaşanılanların demokrasi denilen evrensel kazanımın ülkemiz coğrafyasında askıya alınması olarak yorumlanacağı ve yorumlanmakta olduğu çok açıktır.
Her yazı mutlaka bir çözüm önerisiyle bitmelidir. Önerimiz çok açık "Demokratik bir Toplum"dur. Herkesin bu ülke yurttaşı olmaktan onur duyacağı aydınlık bir ülke. Yandaşlığın değil liyakatın öne çıktığı "demokratik hukuk devleti". Çok sesliliğin, çok renkliliğin bir zenginlik olduğunu içselleştiren, barışın ve özgürlüğün egemen olduğu bir ülke. Ülkenin tüm renklerinin temsil edildiği bir TBMM. Son söz Ataol Behramoğlu'nun şiirindeki dizelerde: "Yaşamak görevdir/ yangın yerinde/ Yasamak insan kalarak/Yasamak bu yangın yerinde/ Her gün yeniden ölerek"